24 Aralık 2013 Salı

ANANEMİN ÖĞRETİLERİ

Ben ananemin öğretileriyle yetiştim. kendisi ilkokul mezunuydu belki ama bircok okumuş insandan daha bilgili,görgülü ve kendisini yetiştirmiş birisiydi.evinde bir çok farklı kesimden insanı gocunmadan ağırlar,evi hiçbir gün boş kalmazdı.her yaş gurubundan,her meslek gurubundan kişinin onunla mutlaka paylaşacak bir şeyleri olurdu.bu başlığı ondan öğrendiklerimi aktarmak için,on...un anısına açtım.Bismillah...

Ananemle yapılan paylaşımlar dertleşme boyutunda olduğunda gıybet esintileri hissedilirdi.bunu hisseden ananem yumuşak ses tonuyla olaya hemen müdahale eder ve önce gıybetin zararlarını,dinimizdeki yerini güzel hikayelerle anlatır sonra "Hiç kimseyi kınamayın,kınadığınız ve yahut ayıpladığınız hiç bir olayı yaşamadan ölmezsiniz."derdi.herkesin iyiliği yönünde dua etmeyi tavsiye ederdi.iyi bir dinleyici ve terapist olan ananem bir hışımla,kinle,nefretle dolu bünyeleri kısacık bir seansla pamuğa çevirirdi...

Bu sözlü bir öğreti değil davranışla ilgili bir öğreti. ananemin evi hep misafirle dolardı.bunlardan bazıları küçük misafirlerdi.ananem o misafir ağırlama hengamesi içinde onları unutmaz, evcilik oynamaları için küçük atıştırmalıklar hazırlar, yaramazlıklarına hiç kızmaz, göz yumar ve onların da gönlünü etmeden,onları mutlu etmeden yollamazdı.bu yüzdendir ki ananem o kadar yaşlı olmasına rağmen küçük misafirler onun evine gelebilmek için can atardı.çünkü ananemin evinde kırılan dökülenin hesabı sorulmaz,başlar okşanır, damda beslenen kediler sevilirdi...

İnsan olarak bizler bazen gördüğümüz herhangi bir resim karşısında farklı düşüncelere dalarız. şeytan bizi etkiler ve vesvese verir. karşımızdaki kardeşimiz için sui-zan da bulunuruz. işte ananeme böyle sözlerle, şüphelerle gelenler olurdu. kimisi duyduğu bir dedikoduyu anlatır, kimisi de kendi şüphesini dillendirirdi. Ananem yine aynı olgun tavrı ile; kızım dinimizde bir kişiye iftira etmek çok günahtır, kul hakkıdır. Peygamber Efendimiz "şüphesiz ki zannın çoğu günahtır." buyurmuştur.biri ile ilgili nahoş bir laf işittiğinde hemen itibar etme.çünkü gözünle görmen gerekir. hele ki bu senin anlattığın gibi ahlaki bir konu ise. gözünle görsen bile gözünü ovuşturacaksın derdi atalarımız.islam hukukunda şahitlik gerektirir bu hususlar. hatta bunu dillendirenle arada bir düşmanlık var ise, bu ispatlanırsa, şahitliğin geçersiz kalabilir. böyle hassas konularda peşin hükümlü, ön yargılı olmak bir müslümana yakışmaz, derdi.

Gencin namazı, orucu, kuran öğrenmesi ve öğretmesi; kısacası Allah rızasını kazanmak için yapacağı tüm ibadetler Allah katında çok daha makbuldür. Ananem: "Kızım benim ibadetim mum gibidir, ışığı ancak kendini aydınlatır. Seninki ise florasan gibidir. Etrafını da aydınlatır. Öyle parlar ki, herkes tarafından fark edilir." derdi.

Malumunuz biz de nur diye bir kavram vardır. birinden bahsederken; ne kadar nurlu ya da ne kadar nursuz diye bahsederiz. Ananem gözümüzle baktığımız şeylerin önemini bize hep anlatırdı. Mesela kurban bayramında çocukların kesilecek koyuna bakmalarına müsaade etmez, gözlerini eliyle kapatır. sarılır, önüne geçerdi. "gözünün nuru kaçar, çocuklarınızın kötü şeylere bakmasına, izlemesine müsaade etmeyin." derdi. bunu küçükken anlamazdım. sonra anladım ki; şiddet görüntüleri, pornografik görüntüler, vb. izledikçe insana normal geliyor. masumiyet; kalpteki, yüzdeki, gözdeki nurda bu vesileyle yavaş yavaş o insanı terk ediyor. görüntüler izledikçe normalleşiyor, böylece kişi kendi özünden uzaklaşıyor. bu sebeple ister küçük olsun, ister büyük; herkesin gözünü haramdan sakınması ve Allah'ın kendisine bahşettiği nurunu koruması gerekir.

Kapı dinlemeyi alışkanlık haline getirmiş bir akrabamız vardı. Ananem; gerek kendisi defalarca denk geldiği için, gerek insanlar fark edip ananemi uyardıkları için durumun farkındaydı. ama hiç bir zaman akrabasını kimsenin önünde uyarmadı, ya da küçük düşürmedi. onu bir kenara çekip, sadece öğüt verirdi. "kızım, dinleyen kendini dinler." dedikten sonra konuya dair etkili rivayetler anlatır, dini öğütler verirdi. bu hareketi son derece ince ve nazik bir davranıştı. insanların hatasını yüzüne vurmaz, onları kimsenin yanında rencide etmezdi. söyleyeceğini suçlama ya da eleştiri şeklinde direk söylemezdi. öğüt şeklinde, güzel hikayeler anlatarak söylerdi.

Ananem çok yumuşak mizaçlı bir kadındı. hoşgörülü, anlayışlı bir yapısı vardı. Allah için herkesi sever ve herkese eşit değer verirdi. lakin ben ve annem bazen bu huyuna üzülür ve sinir olurduk. çünkü bize göre bazıları onun verdiği değerin kıymetini bilmiyor, onu üzmeye çalışmaktan, ona kötülük etmekten geri durmuyordu. bu haksızlığa tahammül edemediğimizden bu bazılarına karşı savunmaya geçer, onlara tepki gösterirdik. biz böyle yapınca ananem hemen müdahale ederdi. "yapmayın yavrum, kişi ne ederse kendine eder. doğru. bize gelen hamur demir oluyor. herkes verilen değeri taşıyamayabilir. ancak doğru olan bizim duruşumuz olmalı. karşı eğri dursa da biz doğru durmaya devam etmeliyiz." derdi. tabi o zamanlar anlamıyordum bu söylediklerini. yumuşak mizaçlı birinin bile ananeme karşı nasıl sert bir zalime dönüştüğüne hayret ediyordum. şimdi anlıyorum. sorun samimiyet sorunuymuş. testinin içinde ne varsa dışarıya o sızar. yaşadıklarımız bizi canavarlaştırmamalı. bize kötülük yaptırmamalı. şimdi anlıyorum. meğer ananem saf değil, karakteri sağlam biriymiş. meğer ne kadar samimiymiş. çünkü tek amacı Allah rızasını kazanabilmekmiş.

8 Eylül 2013 Pazar

CANAVAR


Canavar çok uzun süredir petrol ve doğalgaz zengini Ortadoğu ülkelerine tezgah açmış, bu ülkelerde dram üreten fabrikalar kurmuştu. Canavar; ilke ve değerler silsilesine yalnızca iktisadi çerçeveden bakar, kendi çıkarlarını tüm insani değerlerin üzerinde tutardı. Tek dişi kalmış canavarımızın taptığı demokrasi, onun için acıkınca yiyeceği kağıt helvadan başka bir şey değildi. “Size demokrasi, özgürlük, insan hakları getirdim.” diyerek adım attığı her yer kırmızıya boyanır; acı, gözyaşı, çaresizlik ve açlık içindeki insanları kendisine daha da muhtaç ve bağımlı hale getirirdi. Geleni halk, gideni ise ben belirlerim stratejisi sayesinde, kendi kuklası olmayı reddeden tüm yöneticileri fes eder, yerini yeni koltuk sevdalısı soytarılarıyla doldururdu. Müslüman ülkeler onun için kolay lokmaydı. Doğaya son derece duyarlı olma hali insan söz konusu olunca bir ayrımcılık haline dönüşür. Benimki can senden olan patlıcan deyip; kendinden olmayanı bir bahaneyle ya kendi kırar veyahut bir birine kırdırıp yok ederdi. Soyu tükenen hayvanlar değerli iken, soykırımla soyunu kırdığı ırkların ölümünün onun gözünde hiçbir ehemmiyeti olmazdı. Bu ikiyüzlülük, bu vurdumduymazlık onda suçlulukla karışık korku psikolojisi yaratır, vicdanının sesini bastırmak için daha çok bağırırdı. Kendi doğurduğu terörist canavarlar ilahi adaletin tecellisi sonucu döner dolaşır kendi başına bela olur; islamofobi kehanetini gerçekleştireyim çabası kendi gölgesinden korkmasıyla son bulurdu. Ekonomik her krizde silah ticareti imdadına yetişir, onu bir nebze de olsa rahatlatırdı. Bundan istifade on yıllar öncesinde planladığı yeni dünya düzeninin taşlarını yerine oturtmak için piyonlarını öne sürer, yeni sözde kahramanlar yaratır, asla birleşmelerini istemediği, kavga etmeleri için her türlü fitneyi yaydığı toplulukları birbirine iyice düşman olana kadar izler, sonra gelir müdahale eder, “Barışın artık.” derdi. Zaten yokluktan ve savaştan yorgun düşen bu insanlar denize düşüp yılana sarılmış olurlardı. Bu kıvam canavar için tam bir sömürü kıvamıydı. İşin ilginç yanı bu toplulukların canavarın tuzağına yüzyıllardır düşmeleri, tarihten asla ders almamaları, barışıp kardeş olmak yerine canavarın çıkarları doğrultusunda hareket edip, birbirleri ile savaşmalarıydı. Canavarın ürettiği tüm dramlar insanlığın elinin altında, bir tık uzağındaydı.

Suriyedeyiz. Kimin yaptığı bir türlü tespit edilemeyen (!) bir kimyasal saldırı yapılmış. Bir baba ölen kızının cesedine sarılmış, onu bağrına basmış, ağlıyor. Ambargo olduğu için yiyecek sıkıntısı var. Kızı saldırıdan önce yemek sırası erkek kardeşinde olduğu için aç uyumuş. Baba bunu anlatarak ağlıyor. Kızının ölmesi bir yana, aç ölmesine içerlemiş. Başka bir baba. Oğlunun öldüğünü düşünüyor. Bulunduğunu söylüyor ve yanına getiriyorlar. Buluşma anında hüngür hüngür ağlarken sinir krizine giriyor. Çocuk ise şaşkın, babasının bu hareketine anlam veremiyor, korkup o da ağlıyor.

Mısırdayız. Protesto amaçlı olarak toplanan halkın üzerine asker ateş açmak üzere. Bir asker halkı yüksek sesle uyarıyor. Askerler önce uyaran askeri vuruyorlar, sonra da namaz kılanların üzerine rastgele ateş açıyorlar. Bir diğer dram. Mısır’ın simgesi olan Esma darbe karşıtı gösteri için meydanda. Keskin nişancıların marifetiyle (!) göğsünden vuruluyor.  Son görüntülerinde sedye üzerinde, gözlerinde bir şaşkınlık var. Mazlum bakışları ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor.

Bosna’dayız. Canavarın barış gücü güvenli bölge ilan edip insanları silahsızlandırdı. Sonra silahsızlandırdığı insanları katletmesi için düşmanlarına teslim etti. Savaştan kaçan masum insanlar ormanda birbirlerine seslendiler, açlık ve korku içindeki arkadaşlarına saklandıkları yerden çıkmaları için barışı, kurtuluşu müjdelediler. Ortaya çıkıp teslim olanlar çoluk çocuk denmeden bir bir kurşuna dizildi.

Filistindeyiz. Yıllarca maruz kaldıkları zulüm, yıkım, ambargolara bir de denek olma vazifesi eklendi. İsrail ordusu Filistin halkı üzerinde geliştirdiği bombaları deniyor. Onca savaş suçuna yenisini eklemekten çekinmiyor. Çocuklar havai fişek sanarak izliyorlar atılan fosfor bombalarını.  Söndürülemeyen ateş olarak bilinen fosfor bombasından yanan bir kız çocuğu var hastanede. Çocuk çaresizlik ve acı içinde ağlıyor. Bu yanık dinmeyen bir yanık, öyle ki önce deri yanıyor, bazen eti kemiğe kadar kavurabiliyor, hatta iç organlar, solunum ve sindirim sistemlerini çökertiyor.  Tabi ambargolar yüzünden Filistin’de bu çocuğu tedavi edecek gerekli ilaç ve teçhizatın olmadığı da dramatik başka bir gerçek.

Iraktayız. Boyalı ayakkabılarıyla Irak topraklarına basan canavar, öldürmeden süründürdü. Bir çok sokakta barikat kurdu. Bir aile arabayla barikata doğru geliyor.  Baba kullanıyor aracı. Anne arka koltukta, hamile ve doğurmak üzere. Canavarın askeri elini kaldırıp dur işareti yapıyor. Barikatın yolunun açık olduğunu sanan baba o telaşla askerin el salladığını sanıp geçmeye çalışıyor. Tüm aracı tarıyorlar. Baba ve anne hariç tüm aile ölüyor. Hamile kadın yaralı ve karnındaki bebeğini kaybediyor. Askerlere sorduklarında bu yanlış anlaşılmadan dolayı üzgün ya da pişman olmadıklarını söylüyorlar. Bu ırkın insanlarının böcek gibi olduğunu, birkaç tanesinin üzerine basmakta bir sakınca olmadığını söylüyorlar. Halepçedeyiz. Havada tatlı elma, portakal gibi hoş bir koku var. Giderek nefes almakta zorlanıyor insanlar. Hayat donuyor birden. Bir anne merakla dışarı koştu, çok geçmeden çocuklarıyla beraber olduğu yere yığıldı. İnsanlar ne olduğunu anlamadan yanarak öldüler. Kaçamadılar, kendilerini savunamadılar, tek yapabildikleri ölmekti.

Canavar ortadoğuda bir çok evlat edinmişti. Bu evlatlar canavarın vaat ettiği iktidar ve gücün büyüsüne kapılmış, insan hayatını hiçe sayarak kendi halkını gözünü kırpmadan kendi elleriyle katletmişti. İnsanlığın ölü taklidi yaparak sessiz kalması onların işine gelmişti belki; ama sustukça sıra susanlara gelmişti. Ta ki halkları birleştiren, kardeşliği hatırlatan, beraberliği sağlayan cesur biri ortaya çıkana kadar. Ta ki Allah zalimden intikamını O’nun eliyle alana kadar.

23 Haziran 2013 Pazar

SAYIN BAYIM

- sayın bayım;hem elinizin, hem ayağınızın altında olamam ki.ancak yanınızda olabilirim.o da size yetmez.en iyisi yormayın kendinizi...

- sayın bayım, su-i zan içerisinde geçti ömrünüz boşa, yazık.oysa hakkınızdakilere rağmen size sadece hüsn-i zan besledim ben sevgiden ötürü.

- sayın bayım, aşk bir grip değildir.öyle hemen gelip geçmez.siz hava değişimlerinden çabuk etkileniyorsunuz lakin aşkla gribi karıştırmayın.

- sayın bayım, mutluluk ve huzur sizin kalbinizde mevcut.yalnız kaldığınızda hissetmez misiniz? halinize şükretmez misiniz?

- sayın bayım,yaşadığınız güvensizlik buhranının temel sebebi iman ikliminde yaşanan kuraklaşmadır.

- sayın bayım, gündelik hayatınızın giderek sahteleşmesi sizi ümitsizliğe sevk etmesin.siz; en doğru kişi ile günü gelince karşılaşacaksınız.

- sayın bayım,sahip olduğumuz her şey bize emanettir.bizler emaneti kabul eden kişileriz.maddi ve manevi bunca emanetin taşıması zordur.

- sayın bayım, güzel ahlakınız size sebat verecektir ve her yerde değeriniz artacaktır.nadir bulunan her şey kıymetlidir efendim.

- sayın bayım,kalplerde hüküm süren hukuka ahlak denir.suçlar ve günahlar ancak kalpler fethedildiğinde biter.çünkü Allah her yerdedir.

- sayın bayım, Peygamberimiz aldatan bizden değildir diye buyuruyorlar.mümin korkak olabilir,cimri olabilir ama yalancı olamaz diyorlar.

- sayın bayım,ruhum sizin ruhunuzu tanıdı.Çünkü müminlerin ruhları birbirlerini tanırmış.Allah'a şükredelim.sizi dua ile hatırlayacağım.

- sayın bayım,yanımda olmadığınız yetmedi bir de eleştirdiniz.hadi tutunacak dal değildiniz,kolumdan kanadımdan ne istediniz?

- sayın bayım,adımı ağzınıza almadığınız gibi düşüncelerinize de almayın.kirletmeyin BENİ.bilgilerinizi ve gereğini rica ederim...


- sayın bayım,size o kadar çok benziyordumki; beni sevmek için önce kendinizi sevmeniz; bana güvenmek için önce kendinize güvenmeniz gerekiyordu.


- sayın bayım, gece uyuyamamışsınız.mahmursunuz bu sabah.gecenize gün doğmuş,gününüz aydın olmuş..


- sayın bayım,yalan sandığınız gerçekler bir bir karşınıza çıkacaklar.O zamana kadar cezanız yalnızlık hapsidir.bilginize...


- sayın bayım,O'nu ararken başladınız yazmaya. O sizi bulduğunda siz yazmaya devam ettiniz.O da sildi yazdıklarınızı.Bilginize...


- sayın bayım,affetmek geçmişe dönme isteği ya da keşke değildir; geçmişi kabul edip ondan ders almaktır.bilginize...


-sayın bayım,aşkın ete kemiğe bürünmüş halini aradım.sığınacak,yaslanacak bir dost aradım.meğer bir Allah varmış,gerisi boşmuş..


-sayın bayım,Rabbim size genç yaşta kutsal toprakları ziyaret etmeyi nasip etsin inşallah.gönlünüzün boş olan tüm odacıklarını doldursun.


-sayın bayım,neden cuma namazı dışında size farz olan namazlarınızı kılmıyorsunuz?Ne olur üzmeyin sizi sevenleri.namaz dinin direğidir.


-sayın bayım,adalet her iki tarafı da dinlemeyi,şahitliği gerektirir.fikir edinirken veyahut karar verirken adaletli olmaya özen gösteriniz.


-sayın bayım,benim dostluğum saman alevi gibi yanıp sönmez.sabun köpüğü gibi patlamaz.havadan nem kapmaz.ölene dek bakidir.emin olunuz.


-sayın bayım, dost sizi arkanızdan alaya alan değil, yüzünüze karşı uyarıda bulunandır.gerçek dost sizin hataya, yanlışa düşmenizi istemez.


-sayın bayım,ayrılık diye bir şey yoktur aslında.kişi her zaman sevdiği ile beraberdir.anlayamaz bunu çoğu insan.mesafeler ayırır sanar...


-sayın bayım,bilirsiniz ne asiydim,kimseye boyun eğmezdim.hiç kimseye müdanam yoktu.ta ki O'nu bilene kadar.O'na teslim oldum,boyun eğdim.


-sayın bayım,her an Allah'ın huzurundayız.O yaptığımız her şeyi gören ve bilendir.işte bizlerin unutmaması gereken budur.diğerlerini geçiniz.


-sayın bayım,şakadan bile olsa asla yalan söylemeyin.yalan öyle bir illettir ki, insanın kanına bir kere girer ve tüm bedenini ele geçirir.


-sayın bayım,duasız geçmesin bir gününüz.namazınızı,orucunuzu ihmal etmeyin.Kuran okuyun.Aradığınız mekan yeryüzünde değil cennettedir.


-sayın bayım,siz yalnız etrafınızdakileri dinlemeyin.oyunların parçası olmayın.Allah herkesi dinliyor.O'nun güzelliği burada.O'nu dinleyin.


-sayın bayım,değişiminiz hep iyiye güzele olsun.içinizdeki güzeli koruyun. elalemin lafına bakmayın.kıyamet günü hepsi kendi derdine düşecek.


-sayın bayım,dost edinme isteğim kabul oldu.yalnız kalmama isteğim kabul oldu.çok şükür.eğer sizler olmasaydınız bugün bunlara kavuşamazdım.


-sayın bayım,bir dost arkanızdan konuşmaz,dost sizin dahil olmadığınız işler çevirmez.dost size iftira etmez,yalan söylemez.dostunuzu seçin.


-sayın bayım,benim için dua edin olur mu?Allah sevdiğine kavuştursun diyin.Allah'ın sevdiği kulu olsun diyin.Allah'la kavuşsunlar diyin.


-sayın bayım,sakın haram olanı içmeyin.kirletmeyin hücrelerinizi.Allah'ın emir ve yasaklarına uyun ki O sizi çok sevsin.


-sayın bayım,canınız acıdığında Allah'a sığının,dua edin.Allah bize yeter.sevdiği kullarını imtihan eder.cevapları kalbinizde bulacaksınız.


-sayın bayım,bilirim ki kalbiniz güzeldir.bilirim ki hem dengeli,hem ağırbaşlı hem de güçlüsünüz.size inanırım.siz başarırsınız yaşamayı...


-sayın bayım,elbette değmez hiç kimse için üzülmeye.kimseye hak ettiğinden fazla değer vermeyin.peygamberimiz herkesi değerine indiriniz der.


-sayın bayım,siz yeniden başlayacaksınız.kırmızı kuşlar konacak pencerenize, doğan güneş gözünüzü alacak.mutlu uyanacaksınız yareninizle...


-sayın bayım,bu gereksiz kıskançlık yakışıyor mu hiç size?bana ve kendinize nasıl güvenmezsiniz?yapmayın bu haksızlığı kendinize.


-sayın bayım,sizi yoran bu ruhunuzdaki gelgitlerdir.savrulmayın her rüzgarla geçmişe.affedin kendinizi.ben sizi affettim bile.sizi anlıyorum.


-sayın bayım,size sahip olmak ne haddime.sizin ve benim tek sahibimiz Allah'tır.ben ancak yanınızda olabilirim.mutlu olmanızı dileyebilirim.


-sayın bayım,sadece görünmez bağ yok aramızda, bir de dua kalkanı var.sizi rabbim korusun diye dua ediyorum. Rabbim sizi iyilere eş etsin.


-sayın bayım,mesafeler yanınızda olmama engel olmadı hiçbir vakit.bizim ruhlarımız tanıştı çoktan.sizi görünmez bir bağla hissedebiliyorum.


-sayın bayım;yine sevin,yine güvenin,yine deneyin,yine yaşayın.Allah size her şeyin en güzelini verecektir.hayatı kendinize zindan etmeyin.


-sayın bayım, artık özgür bırakın ruhunuzu.ışığı (nuru) kovalayıp, yüzünüzü karanlığa dönüyorsunuz.niye kendinize eziyet ediyorsunuz?etmeyin.


-sayın bayım, olmayınca kızıyorsunuz.olmasınıysa zaten istemiyorsunuz.suçluyor, eleştiriyor, lanet yağdırıyorsunuz.kendinize eziyet etmeyin.


-sayın bayım,kurtarın kendinizi geçmişteki takıntılarınızdan, vesveselerinizden.sizi mutlu görmek için dua ediyorum hep.unutun,devam edin.


-sayın bayım; Allah nasip etmemiş demek ki deyin.Her işte bir hayır vardır deyin.Hakkınızda hayırlısı olsun, nasibiniz sizi bulacaktır...

5 Haziran 2013 Çarşamba

KARŞI PENCERE

Kadın alışveriş yapmak için dükkana girdi. Kendisiyle ilgilenen kimse olmadı. Sepetine aldığı ürünlerle birlikte kasiyer kızın yanına gitti. Kız, kadının yüzüne bile bakmadan hızla geçirdi ürünleri ve toplam tutarı söyledi. Kadın kredi kartını uzattı, şifresini girdi ve fişini aldı. Bir yandan ürünleri poşete yerleştirirken, bir yandan da “Bu paspal kıyafetim pek saygı uyandırmadı herhalde.” diye geçirdi içinden.

Kasiyer kız bir önceki gün arayıp izin istedi müdüründen. Annem hasta dedi. Aslında bu bir yalandı. Boşanma davası vardı. Bunu kimsenin bilmesini istemediği için böyle bir yalan uydurmuştu. Müdür son derece asabi bir ses tonuyla: “Hepimizin sorunları var ama sorumlulukları da var. Öyle her keresinde izin vermem mümkün değil.” Dedi. İzin alamayan kasiyer kız yine sabahın köründe kalktı, balık istifi metrobüse bindi ve işinin yolunu tuttu. Dalgın dalgın oturdu yerine. Mahkemeye gidememek ve çocuğunun velayeti ile ilgili anlaşmazlığı düşünürken tek tek geçirdi ürünleri kasadan.
Marketin müdürü ile patronlardan biri arasında kızılca bir kıyamet kopmuştu. Onca market arasında patron alışveriş için o marketi seçmişti. Sırada başlayan huzursuzluğa ve akabinde yaşanan tartışma ve şikayete birebir patron da şahit oldu. Müdürün her zaman haklı olması gereken müşteriden değil de kasiyerden taraf olduğunu gördü. Bunu görür görmez de velinimeti olan müşterisine yapılan davranışın hıncını müdürden fazlasıyla aldı.

Marketin patronu yönetim binasındaki koltuğunda oturuyordu. Eşi aradı. Yurt dışındaki kızının yanına giden eşi önce kısa bir hal, hatır sonrasında kendisinin ve kızının hesabına yüklü bir miktar para transferi yapılmasını istedi. Söylediğine göre giderken yanına aldığı harçlık giyim-kuşam alışverişine ancak yetmişti. Orada çok beğendikleri bir araba vardı. Koskoca patron kızı okula daha ne kadar süre metro ile gidebilirdi. Eşinin ve kızının müsrifliklerine sinirlenen patron, paltosunu alıp dışarı çıktı. Deniz havası almak için yolunu uzatıp, sahil yoluna saptı. Yol üzerinde market zincirlerinden bir tanesi dikkatini çekti, otoparkına park edip markete girdi.

Kızının yurt dışında rahat içinde yaşadığını, başarıyla okuduğunu düşünüyordu. Önce kızının ikinci dönemden itibaren artık yurda uğramadığını, sonra da dersleri takip etmediği için okulu 1 sene uzattığını öğrendi. Kadın yaşadığı şoku atlatır atlatmaz, topladığı parçaları birleştirip bulmacayı çözmeye çalıştı. Artık tek amacı kızına bir an evvel ulaşabilmekti. Kızının yurttaki oda arkadaşı burslu bir kızdı. Hemen onu bulup, ondan yardım istedi. Kızının sınıfındaki madde bağımlısı bir erkek öğrencinin peşine takıldığını ve onunla sefalet içerisinde bir hayat sürdüğünü öğrendi. Burslu kız ona kızının kaldığı evi gösterdi. Kadın kapıyı çaldı. Kapıyı açan kızını görünce gözyaşlarına boğuldu. Anne-kız olan biten her şeyi uzun uzun konuştular. Kadın kızını alıp bir rehabilitasyon merkezinin yolunu tuttu. Yolda para istemek için eşini aradı.
 
Genç kız üniversiteyi Türkiye’de okumak istediğini defalarca söyledi. Ancak ne babasına, ne annesine laf anlatamadı. Onun yurt dışında çok daha kaliteli bir eğitim alacağını düşünüyorlardı. Kızsa hassas ve duygusal bir yapıya sahipti ve arkadaşlarına çok bağlıydı. İş dolayısıyla annesini de, babasını da doğru dürüst görememişti. Arkadaşları onun ailesi gibi olmuştu. Baskın bir karakter olmadığı için ailesinin bu isteğine sonunda boyun eğdi. Yurt dışına gittiklerinde onu üniversitenin yakınındaki bir yurda yerleştirdiler. Orada burslu bir kızla birlikte kalmaya başladı. Zaman geçtikçe içinde bulunduğu ortama alışıyor ve yeni çevreler ediniyordu. Burslu kızla birbirlerini ancak yatmadan yatmaya görmeye başladılar. Bir süre sonra zengin kız yurda hiç gelmemeye başladı. Okuldaki birkaç karşılaşmadan sonra bağlantıları tamamen kesildi.
 
Kayseri’de bir fakirhaneden çıkıp, liseyi amcasının yanında okuyup, İstanbul’da özel bir üniversiteyi burslu olarak kazanan bir gençti bu kız. Yokluk ve cehalet içindeki hayatını kendi tırnaklarıyla bir yerlere getirebilmişti. Gözleri zehir gibi, sözleri tesirli, hayat felsefesi çalışmaktı. Yurt dışında okumak ve kendisini farklı alanlarda geliştirebileceği eğitim programlarına katılmak istiyordu. Bunun üzerine kendisine yatırım yapmak için sponsor olabilecek bir iş adamı arayışına girişti. Dikkat çekip fark yaratmak için sosyal medyada yazmadığı yazı, internetten başvurmadığı yer kalmadı. Sorduğu çarpıcı ve farklı sorularla üniversitesinin düzenlediği kariyer günlerinin baş aktörü oldu. Sonunda da tuttuğunu kopardı. Hemşerisi olan bir iş adamını uzun süre medyadan yakinen takip etti. Aracı kurumlar vasıtasıyla kendisine ulaştı. Kendi gayretiyle öğrendiği İngilizcesiyle iş adamına methiyeler dizdi. Artık onun için İngiltere yolu açılmıştı. Gider gitmez önce ortamı analiz etti, insanları inceledi. Kültür farkını gördü. “Ben özgürüm” havasına girip, hiçbir değerinden taviz vermedi. Akıllı ve bilinçli bir olgunlukla etrafındaki gençlerin ibretlik hallerini izledi. Yaşıtlarında beliren özenti menşeili ahlaki çöküntüye üzülse de herkesin kendi hayatı diye düşündü. Ta ki bir anne gözyaşları içinde ondan yardım isteyene kadar.

Büyük bir şirketin grup başkanı olmak pek de kolay bir sorumluluk değildi. Bu zamana kadar ki emek yoğun kariyer yolculuğu da sıfırdan başlamıştı. Maillerine göz gezdirirken, “Fırsat Talebi hk.” konulu e-mail dikkatini çekti. Mailde şunlar yazıyordu: “Sayın Başkanım, ben İstanbul’da özel bir üniversitenin işletme fakültesi 2. Sınıf öğrencisiyim. “Öğrenci değişim programı” sayesinde eğitimime yurt dışında devam etmekteyim. Ev hanımı bir anne ile işçi bir babanın kızıyım. Sizi çok uzun süredir basından takip ediyorum. Hayat hikayenizi ve başarı öykünüzü defalarca okudum. Sizin öykünüz geleceğim için bir umut ışığı oldu. Ayrıca dinamik, yenilikçi ve girişken gençlere fırsat tanıyan, onların ellerinden tutan babacan tavrınız bu maili yazmam için bana cesaret verdi. Kendi kişisel yeteneğiyle, emeğiyle ve özellikleriyle bir yerlere gelen sizin gibi idealist kişilerin işlerinde çok daha başarılı olduğunu düşünüyorum. Her şey hayal etmekle başlasa da, hayallerimi gerçekleştirebilmek için tetikleyici bir güce, bir kıvılcıma ihtiyacım var. Bu fırsatı yurt dışında değil, kendi ülkemde yakalamak niyetindeyim. Şirketiniz geleceğin en parlak sektörlerinden biri olan enerji sektöründe faaliyet gösteriyor. Ben de sektöründe öncü olan böyle bir şirketin uygun görülecek bir bölümünde staj yapmaktan onur duyarım. Ekte öz geçmişimi tüm detayları ile bilginize sunarım. Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür eder, saygılarımı arz ederim.” Başkan bu maili İnsan Kaynakları müdürüne yönlendirdi, sonrasında müdürü arayarak gönderdiği e-mail ile ilgilenmesini istedi. Müdür telefon gelmeden önce maili açmıştı bile. Başkana “Bu hanım kızı tanıyorum, kariyer günlerinde tanıştık ve patronumuz üniversitedeki vakıf vasıtasıyla kendisine burs veriyor.” Dedi.
 
İnsan Kaynakları müdürü yorucu günün ardından gözü saatte mesai bitimini beklemeye koyuldu. İK şefi içeriye girdi. Elindeki poşeti uzatarak “Beklediğiniz ilaçlar gelmiş. Ben de istediğiniz dosyayı tamamlamışken bu poşeti de size teslim edeyim diye düşündüm. Çok geçmiş olsun.” Dedi. Müdür gülümseyip, başını salladı. Şef müdürün karşısındaki misafir koltuğuna oturdu. “Neyiniz var müdürüm? Son zamanlarda renginiz çok solgun. Ciddi bir rahatsızlığınız yoktur umarım. Benim yapabileceğim bir şey var mı? Diye sordu. Müdür, “İyiyim, teşekkürler.” Demekle yetindi. Şef de karşılık bulamayınca daha fazla ısrar etmedi. Kısa bir sessizlik sonunda Şef; “Dilerseniz bu hafta yapılacak rutin toplantıya birimimizi temsilen ben katılabilirim. Hem zaten angarya bir iş.” Diyerek söze girdi. Müdür; “Peki, uygundur.” Dedi. Sonra şefe uzun uzun baktıktan sonra “Gençken ben de sizin gibi hırslıydım. Başarılı olmak için hevesli ve azimliydim. Ancak insan belirli bir yaştan sonra bunların çoğunun boş olduğunu, asıl olanın güzel anılar ve eserler bırakabilmek, kendinden iyi söz ettirmek olduğunu anlıyor. Dilerim siz de bunu fark etmek için geç kalmazsınız kızım. Ne zaman öleceğini kimse bilemez, her gün ölecek yaştayız” Dedi. Şef beklemediği bu sözler karşısında birden toparlandı. Müsaade isteyip alelacele odadan çıktı. Müdür de saatini kontrol ettikten sonra çıkmadan önce son bir kez bilgisayarına gelen maillere göz gezdirdi.

Ofisteki iki kafadar, yönetici asistanı ve İK şefi, karşılıklı kaş-göz işaretlerinin ardından birlikte lavaboya gittiler. Önce tuvaletler yoklandı. Boş olduğundan emin olununca başladılar fiskosa. Asistan “Ben sana söyleyeyim, geleceğin çok parlak. Üç vakte kadar müdür bile olabilirsin. Müdürüme gelince bugün ilaçları da geldi. Artık eminim. Kansermiş. İlaçlarına internetten baktım. Zaten bugün hastanede randevusu da vardı. Doktor da sosyetenin tercih ettiği proflardan. Bu durumu sır gibi saklıyorlar. Kemoterapi başlayınca saklayabilmeleri mümkün değil. Bak bu bomba haberi bir tek sana söylüyorum. Biliyorum ki senden laf çıkmaz. Ne de olsa bundan böyle belki de birlikte çalışıcaz. Koltuğun en kuvvetli adayı sensin.” Dedi. O sırada içeriye giren satın alma uzmanını görünce sesleri kesildi. Kıkırdayarak dışarı çıktılar ve yerlerine geçtiler. 5-10 dakika sonra şef elinde bir dosyayla asistanın yanına geldi. Asistandan aldığı ilaç poşetiyle birlikte İK müdürünün odasına gitti.
 
Yönetici asistanı önceleri son derece bilinen bir holdingde sekreter olarak çalışıyordu. Sosyal olanakları ve holdingin itibarından bir hayli yararlanmıştı. Ancak oradaki diğer sekreterlerle olan amansız kıskançlık çekişmeleri ve iş yerinin eve uzak olması onu yeni arayışlara yöneltti. Tek elinde doğuştan gelen bir engeli vardı. Bu engel onun gözünde bir fırsat demekti; çünkü firmaların engelli personel istihdam etme zorunluluğu vardı. Kendisi de üniversite mezunu bir engelli olduğundan yeni iş bulma şansı bir hayli yüksekti. Zaten öyle de oldu. Yeni iş yeriyle birlikte pozisyonu sekreterlikten yönetici asistanlığına yükseldi. Burası değiştirdiği 6. İş yeriydi. Artık bir yerde tutunmalıydı. Hem yakın çevresi hem de eski iş arkadaşları onu uyumsuz, geçimsiz ilan etmişlerdi bile. Yüzüne karşı direk söylemeseler de “Oradan da mı ayrıldın?”, “Güzelim, her yer aynı sabretseydin.”, “Bu seferki yerin iyiymiş, kıymetini bil artık.”, “Dilerim buradan memnun kalırsın da ayrılmazsın.” gibi sözlerle bunu belli ediyorlardı. Asistanlık yaptığı İK Müdürü son derece babacan ve nazik bir adamdı. Ancak adamın dalgın ve durgun halleri asistanı bir hayli tedirgin etti. İş yeri nazarında deneme süresi içinde olduğundan adamın kendisinden memnun olmadığını düşünüp, endişelendi. Sonra müdürün hastane ile ilgili randevu işleri çıktı. Müdüre gelen hastane evraklarını okudu ve internetten araştırdı. Adamın kanser olduğundan şüphelenmeye başladı. Üşenmeden iş çıkışı karşı yakada oturan ablasına gitti. Ablası doktordu. Ona fotokopisini çektiği hastane raporunu uzattı. Abla rapora şöyle bir baktıktan sonra “Müdürün kanser.” dedi. Asistan bu duruma elbette çok şaşırmadı, hatta içinde emin olmanın verdiği ferahlığı hissetti. Ablasından müsaade isteyip evine döndü. Kafasında kurduğu planlar onu sabaha kadar uyutmadı. Sabah işe gider gitmez sabırsızlıkla İK şefinin eğitimden dönmesini bekledi. Şef ancak mesai bitimine doğru yerine geçebildi. Asistan şefi görür görmez telefonla aradı ve göz göze geldiler.

Doktor; annesini küçük yaşta kaybetmişti. Babası ikinci bir evlilik yapmış, oradan da yeni kardeşler edinmişti. Hayatın devam ediyor olması bir yana; doktor, babasını tekrar evlendiği için hep suçladı. Yeni kardeşlerini ise hiçbir zaman kabullenemedi. Bu kardeşler ona piyangodan çıkmıştı sanki, kendi soyadını başkalarında duymak onu hep rahatsız etti. İkinci evliliğini görücü usulü yapan ikinci anne ise doktorun gözünde anne olmak şöyle dursun,  üvey anne bile olamadı. Hep bir hizmetçi ya da bakıcı gibi davranıldı ona. Hep kıyaslandı, hep aşağılandı. Oysa bu kadıncağızın da olan bitenle ilgisi yoktu. Eşinin ilk hanımının akciğer kanseri sebebiyle vefatını ne o, ne de doğan çocukları planlamamıştı. Takdiri ilahi böyleydi işte. Hiç tanımadığı bu kadın için gözyaşı bile dökmüştü. Gel zaman, git zaman ikinci anne de vefat etti. Artık annesiz kalan bir değil, üç çocuk vardı. Cenaze evinde ağlayan sadece son doğan iki çocuktu. Bu sağlaması mümkün olmayan çıkarma işlemi, gözyaşlarının eklenmesiyle çözüldü. Kardeşler tekrar görüşmeye başladılar. Kardeşlerden biri karşı yakada oturuyor ve bir firmada yönetici asistanlığı yapıyordu. O akşam sağlıkla ilgili bir konuyu danışmak için doktor ablasını ziyarete gelecekti.

Adam yedi yaşında köyde çocuk bakıcılığı yaparak başladı çalışma hayatına. Anneler çalışmak için tarlaya gidince küçük bebeler ona emanetti. Okula giden köy yolu hem çetin, hem çamur hem de bir hayli uzundu. Bu zor koşullara rağmen okumaya devam etti. Ortaokul ve lise dönemi de yoğun geçti. Sabah tarlada, öğlen okulda, okul çıkışı yine tarlada… Üniversiteyi ise şehirde akrabalarının yanında okudu. Gündüz okula gitti, akşamları ise taksi şoförlüğü yaptı. Ömrü sıkı bir çalışma temposuyla geçti adamın. Ailesinin yükünü ömrü boyunca omuzlarında taşıdı. İş hayatına başladığında yine o baktı annesine, babasına, erkek kardeşine. Köyünde, yaşıtları arasında okuyup adam olan tek kişi olmasıyla ün saldı. Evlenme çağı gelince beğendiği kızla evlendirdiler. Karısını çok sevdi. İlk göz ağrısından ilk meyvesi olan kızını kucağına aldı. Çocuk bakımı konusundaki tecrübesi çok işine yaradı. Kızının altını değiştiriyor, mamasını yediriyor, gazını çıkarıyor, yıkayıp paklıyor ve bunları büyük bir zevkle yapıyordu. Kızı biraz büyüyünce bir kızı daha dünyaya geldi ancak bu tanışma faslı kısa sürdü. Küçücük bir tabutta yolladı bebeğini sonsuzluğa. Zaman olayın üzüntüsünü az da olsa hafifletmeye başlamışken karısının kanser olduğunu öğrendi. Tedavi süreci hep hastanelerde geçti. Adamın içindeki kaybetme korkusu o kadar büyüdü ki hastalık gerçeğini kabullenemedi bir türlü. Hiç ölmeyeceğini, iyileşeceğini düşündüğü eşi gözlerinin önünde eriyip son nefesini verdiğinde yanında duran küçük kızıyla ortada kalakaldı.

Yukarıdaki hayat öykülerini artık biliyorsunuz. Sizin öykünüz nedir? Peki ya karşı pencerenizdekinin? Kendi öykünüzü kendi içinizde yaşıyorsunuz. Birileri de sizi dışarıdan gözlemlediği kadarıyla, o an kadarıyla yorumluyor ve yargılıyor. Oysa siz ve karşı pencereniz hayatta yaşadığınız tüm anların toplamından oluşuyorsunuz. Bir dakikaya sığdırılamayacak kadar uzun, bir şekle sokulamayacak kadar duygulu ve bakmakla anlaşılmayacak kadar derinsiniz. Yargılayan da siz, yargılanan da… Karşı pencerede gördüğünüz ise yalnızca bir yansımadan ibaret. Hepsi bu…

FARKLI TAS, FARKLI HAMAM



Kahraman dik başlı, cesur ve kararlıydı. Omuzlarında hem ülkenin köklü tarihinin, hem de halkının sorumluluğunu taşıyordu. Bu ağır yükün altından kalkarken, ülke dışındaki görünmez ellerin yanı sıra ülke içinde kendisini sırtından bıçaklamaya çalışan bürütüslerle de birçok cephede mücadele etmesi gerekiyordu. 

En önemli ve baskın brütüs; emperyal güçlerin ülkedeki piyonu olan para baronlarıydı. Bu baronlar ülkedeki her bir insanın etinden, sütünden yararlanıyor; geçmişte hortumladığı kurumlarla, üreterek değil paradan para kazanarak desteklediği sıcak para ve faiz politikalarıyla gününü kurtarmış, halkı sömürebildiği kadar sömürmüştü. Elbette rahat yaşama, bol paraya, neredeyse tekelleşen şirketlere sahip olan bu grup ülkede serbest ekonominin kurulmasını istemiyor, rekabet ortamının oluşmasına engel olabilmek için canları istediğinde hükümete her türlü baskıyı yapıyordu. Bunu yaparken en çok kullandıkları araçlar ise kartel medyalarıydı. Kendileri patron olduklarından olayların tezgahlanmasında yalnızca iş veren rolü oynarlar, düğmeye basar, sergilenen oyunu koltuklarından büyük bir keyifle izlerlerdi. Her oynanan dizide senaryo bazen ülke insanlarının dini görüşleri, bazen ideolojik görüşleri, bazen kişisel özgürlükler, bazen demokrasi, bazense etnik kimlik gibi meseleler üzerine kurulurdu. Bu duygusal konuları tamamen duygusal (!) düşünerek sömüren baronlar ülkeyi kaosa sürüklerler; finansal araçlar vasıtasıyla (inen-çıkan borsa, faiz oranları, döviz vb.) bir gecede paralarına para katarlardı. Böylece zenginin malı ancak züğürdün çenesini yorduğuyla kalırdı.
Diğer önemli bürütüs ise azınlığın çoğunluğu yönetmesini isteyen asker, bürokrat, yazar, akademisyen,sanatçı vb. gibi kesimlerde bulunan ideolojik burjuvalardı. Bunlar ülkenin halkından kopmuş ve kendi fanusunda yaşayan güruhlarıydı. Çoğunluğunun maddi durumu iyiydi. Çünkü emperyal güçlerle aynı doğrultuda hareket edip, ülkenin kalkınmasına bilerek ya da bilmeyerek engel olduklarından görünmez bir dokunulmazlıkları vardı. İstediklerini yaparlar, kimse bunların kuyruğuna basıp durduramazdı. Loncaları tarafından işleri garanti edilir, yolları açılır, itibarları pekiştirilirdi. Bunların gözünde halkın çoğu cahildi. Halk aynı zamanda yüksek egolarını tatmin ettikleri bir eğlence aracıydı. Halkla kedinin fareyle oynadığı gibi oynarlardı. Bu “kral ve soytarısı”, “parayı veren düdüğü çalar” tavırları zamanla iyice keskinleşti. Elde ettikleri zenginlik ve batıya duydukları hayranlıkla birlikte halkın kültüründen ve güzel ahlak anlayışından tamamen uzaklaştılar. Televizyon programlarında halkın içinden paraya muhtaç olanlarını eğlenmek için ekranlara çıkarmaya başladılar. En sonunda canlı yayın esnasında bir tane zavallının pantolonunu indirerek edepsizlikte zirve yapmayı başardılar. Halkın çoğunluğuna “aptal”, “göbeğini kaşıyan adam” gibi yakıştırmalar yaptılar. Kendilerini halktan soyutlayıp sırça köşklerinde otururlar, asilzade-köle tavırları ile monşerlik makamının hakkını layıkıyla verirlerdi. Onlara göre bu asalet anlayışı babadan oğula geçerdi.Halktan birini aralarına kabul etmezler, halk ancak onların hizmetkarı olabilirdi. Onlara göre halk kendi için doğru olanı bilemez ve seçemezdi.İçinde bulundukları halka söz hakkı vermez, farklı görüşleri dinlemeye tahammül dahi edemezlerdi. Cesur kahraman;ülke çıkarları adına onlarında kuyruğuna bastı. Kuyruğuna basılan bu insanlar zamanla iyice çirkefleşti; böylece özlerinde değil, sözlerinde asil olduklarını kanıtladılar. Kendi yaptıkları zulüm ve haksızlıklar onlarda bir korku psikolojisi yarattı. Halkın onlardan intikam alacağını düşünmeye başladılar. Korkularla yaşayan bu insanlar, korkunun kaynağının kendi gölgeleri ve vicdanları olduğunu anlayamadılar. Kahramana göre ise asil olan halktı. Halk onun değil, o halkın hizmetkarıydı. Halk da düşünülenin aksine kendisine değer veren ve fırsat tanıyanı ayırt edemeyecek kadar aptal değildi. Bu azınlığın halkı dışlayarak yaptıkları hesaplar tutmadı. Kahramanın dik duruşu sayesinde bu güruh pastada sahip olduğu payın bir kısmını halkla paylaşmak zorunda kaldı.Böylelikle her sosyal alanda, hastanede, eğitim kurumunda hakir gördükleri halkla burun buruna geldiler. 

Diğer birbürütüs kahramanın içinden çıktığı bir grup siyasi ve dini kesimdi. Bu görüşün mensupları ülkenin durumunu ve kahramanın muhafazakar çizgisini çok iyi bilirdi. Aman vay efendim “sen daha dünkü çocuktun”, “sen bizim elimizde büyüdün” düşünceleri gölgesinde kahramanın hızlı yükselişini bir türlü kabullenemediler. Kahramanın kendi çizgisi doğrultusunda yaptığı olumlu girişimleri ve uygulamaları bile takdir etmeye dilleri varmadı. Bu kıskançlık, hırs ve koltuk sevdası onları bir türlü istedikleri başarıya ulaştırmadı; çünkü islam dinine göre kişi bu dünyada en çok sevdiği şeyle imtihan edilirdi. Bu kesimler ülkedeki farklı görüşleri, onlara dini hükümleri zorla kabul ettiremeyeceklerini ve zaten dinimizde de zorlama olmadığını en iyi bilenlerdi. Kendi dinini yıllarca baskı altında yaşamak zorunda kalan, kendini gizleyerek okuyup çalışabilen, çalışma hayatından dışlanarak itibarsızlaştırılan, dini terimleri bile söylemekten imtina eden, başörtüsü yüzünden zulüm ve haksızlığa uğrayan kesimi çok iyi tanırlardı. Ülkede mevcut bir kısım zihniyetin ne kadar uçta, gözü kara ve saldırgan olduklarını, geçmişte darbelerle ülkeyi sürükledikleri kaos ortamlarını da görmüşlerdi. Hatta kendileri de sırf can yanmasın diye bu zihniyete zamanında boyun eğmişti. Ancak tüm bunlara rağmen kahramanın gerçekleştirdiği bu kararlı duruşu desteklemediler, ona sahip çıkmadılar. Kahraman ise çıkış noktasını, yani geçmişini hiç unutmadı ve onlara karşı hep saygılı davrandı, hürmet etti.

Bir diğeri,etnik grupların kurduğu terör örgütleri ve onların karşısında yer alan ülkedeki milliyetçi unsurlardı.Unutmamalıdır ki; her unsur kendi zıttı ile var olabilir. Milliyetçilik ve ırkçılık arasında çok ince bir çizgi vardır. Bu kavramlar doğuştan seçilemeyen, Allah’ın bahşettiği özelliklerdir. Siz bir milliyettensiniz ve bununla gurur duymaya başladınız, milli değerlerinize sahip çıkıyorsunuz; milliyetçisiniz. Bir tık ileri gittiniz ve bunu dillendire dillendire, ballandıra ballandıra anlatırken üstünlük iddiasına girdiniz, artık ırkçısınız=ulusalcısınız. Kendi seçiminiz olmayan bir şeyle övüneyim derken;çizgiyi aşıp bir kesimi aşağılarken, ötekileştirirken bulabilirsiniz kendinizi. Bu yeri gelir: Türk müsün? Kürt müsün? sorusuna dönüşüverir.  Böylece bir bakmışsın ayrışma başlamış, “kendi değerlerimi korurum” anlayışı birden karşı tarafı tehdit olarak görmeye dönüşmüş. İşte bu noktaya gelen ülke bu durumu bertaraf etmek için; yok sayma, kısıtlama, engelleme, şiddetle bastırma gibi politikalar uyguladı. Ülke bir bölgede olağanüstü hal ilan etti, eğitim ve sağlık alanlarında o bölgede doğru düzgün hizmet verilemedi.Eğitim alamamış, devletin varlığını hissedememiş, istihdamı sağlanamamış halk; terör örgütlerinin eline teslim edildi. Devlet orada yalnızca operasyon yapmak için askeri düzeyde vardı. Böylece halkına yabancılaştı ve aradaki mesafe arttı. Terör örgütü zamanla gerillaya dönüştü. Bu arada batı bu konuda o ülkeden çok daha ilerideydi. Terör örgütüyle çıkarları doğrultusunda çoktan bağlantısını kurmuş, onlara maddi-manevi desteğini vermişti. Halk ise kendilerine dağıtılan uyku haplarının etkisiyle derin bir uykudaydı. Bu mesele hem batının Ortadoğu projesinin bir parçası, hem de geçmişten gelen ülkenin iç işlerine karışma geleneğinin bir ürünüydü.Kahramanı bir türlü paketlerine sığdırıp, kontrol altına alamamanın huzursuzluğunu yaşayan görünmez eller;ülke düz yolda ilerlerken her gaza bastığında önüne terör barikatı kurdu; ülkenin her duruşunda masum canlar bir planın parçasını gerçekleştirmek için kurban edildi. Kahraman başkasının planının parçası olmaktansa kendi planını yapmaya karar verdi. Ülkenin köklü tarih birikimini ve tecrübesini referans aldı, halkıyla barış ilan edip, çözüm sürecini başlattı. Halk zaten bu topraklarda yıllarca iç içe birlikte yaşamaktaydı. Bu toprakları en iyi bilen iki kardeş kucaklaştı. Artık kendi acılarının daha fazla katmerlenmesini istemiyorlardı. Bu sebeple kan davası gütmek yerine karşılıklı olarak birbirlerini affetmeyi tercih ettiler. Bu planın sonunda amaç ülkenin korku ve kaygılardan arınarak özgürleşmesiydi.

Dünya yaratılışından itibaren müthiş bir bilgi birikimi ve bilgi kirliliği ile var olmaya devam ediyor. Şu dünyada ne söylenmemiş bir söz, ne oynanmamış bir oyun kalmadı. Ülke;günümüz koşullarında yaşayan bir organizasyon olarak öğrenerek sürekli kendini değiştiriyor ve geliştiriyor. Ne hamam ne de tas artık aynı değil.“Tarih tekerrürden ibaret” görüşü ancak yaşananlardan ders alamayan veya tarihten bir haber yaşayan ülkeler için geçerli olabilir.Darağacında sallandıra sallandıra, kişisel özgürlükleri yasaklaya yasaklaya, hükümetleri devire devire demokrasi ve özgürlük olamaz. Bunlarla hangi görüşte olursa olsun halkı hizaya getiremezsiniz. Çünkü demokrasi ve özgürlük belli grupların tekeline giremeyecek kadar geniş ve olgun kavramlardır, halkın tamamını kucaklar. Herkesin birbirinin iradesine, seçimlerine saygılı ve hoşgörülü olması gerektiğini bilmesi yetmez, bu bilinci kendi yaşamında hayata geçirmesi gerekir. Azınlığın çoğunluğu yönettiği seçimsiz bir sistem ancak monarşi ya da diktatörlük rejiminde mümkün olabilir. Ülke daha önce de baskı altında sözde demokrasiyle yönetilmeye çalışılmış ancak uzun vadede başarı sağlanamamıştır. Demokratik çerçevede alınan her kararın, yapılan her uygulamanın memnun etmeyeceği bir kesim mutlaka olacaktır. Daha önce seçilebilmek adına etliye sütlüye karışmayan, kimseye dokunmayan, yerleşik derin düzenlere yaranmaya çalışan bir siyaset de izlenmiş; ancak bu yaklaşım ülkenin uzun yıllar yerinde saymasına, ekonomik krizlerle dışarıya bağımlı hale gelmesine neden olmuş, sonunda kendi kendini yok etmiştir.Artık halkı yönetmek isteyenlerin tek şansı halkın gönlünü fethetmektir. Halkın çoğu,edindiği onca demokrasi tecrübesi sonunda;sözlerinde tutarlı, karizmatik lider, iyi hatip, tarih bilgisine hakim, çalışkan ve istikrarlı olan; ayrıca radikal değişim kararları alabilen, kendi söyleyemediklerini cesaretle söyleyebilen kahramanları desteklemektedir.

Ormanın kralı olan bir aslanı ancak birleşen çakal sürüsü parçalayabilirdi. İçerideki bürütüsler ve dış güçler bunu gerçekleştirebilmek için iş birliği yaptılar ve her fırsatta kahramanda bir yara açmaya çalıştılar. Kahramana yaklaşabilmek ve ölümcül darbeyi vurabilmek için halkın arasına saklandılar. Çünkü kahramanının en zayıf karnının kendi halkı olduğunu biliyorlardı. Halk senaryoyu okudu ve bu tehlikeli oyunda figüran olmayı kabul etmedi. Günlük çıkarları uğruna gelecek nesillerden çalan bürütüsler, sağduyulu halkın zekice tutumu sayesinde devre dışı kalmış oldu. Allah’tan başka bir şeyden korkmayan birini uzaktan kumanda etmek imkansızdı. Geniş bir halk kitlesinin iradesini temsil eden öykü kahramanı her zaman“Biz yola kefenimizle çıktık.” dedi. O öldüğünde bu topraklara elbette başka halk kahramanları da doğacaktır. Ancak kim bilir ne zaman?