Canavar çok uzun süredir petrol
ve doğalgaz zengini Ortadoğu ülkelerine tezgah açmış, bu ülkelerde dram üreten fabrikalar
kurmuştu. Canavar; ilke ve değerler silsilesine yalnızca iktisadi çerçeveden
bakar, kendi çıkarlarını tüm insani değerlerin üzerinde tutardı. Tek dişi kalmış
canavarımızın taptığı demokrasi, onun için acıkınca yiyeceği kağıt helvadan
başka bir şey değildi. “Size demokrasi, özgürlük, insan hakları getirdim.”
diyerek adım attığı her yer kırmızıya boyanır; acı, gözyaşı, çaresizlik ve
açlık içindeki insanları kendisine daha da muhtaç ve bağımlı hale getirirdi.
Geleni halk, gideni ise ben belirlerim stratejisi sayesinde, kendi kuklası
olmayı reddeden tüm yöneticileri fes eder, yerini yeni koltuk sevdalısı soytarılarıyla
doldururdu. Müslüman ülkeler onun için kolay lokmaydı. Doğaya son derece
duyarlı olma hali insan söz konusu olunca bir ayrımcılık haline dönüşür.
Benimki can senden olan patlıcan deyip; kendinden olmayanı bir bahaneyle ya
kendi kırar veyahut bir birine kırdırıp yok ederdi. Soyu tükenen hayvanlar
değerli iken, soykırımla soyunu kırdığı ırkların ölümünün onun gözünde hiçbir
ehemmiyeti olmazdı. Bu ikiyüzlülük, bu vurdumduymazlık onda suçlulukla karışık
korku psikolojisi yaratır, vicdanının sesini bastırmak için daha çok bağırırdı.
Kendi doğurduğu terörist canavarlar ilahi adaletin tecellisi sonucu döner
dolaşır kendi başına bela olur; islamofobi kehanetini gerçekleştireyim çabası
kendi gölgesinden korkmasıyla son bulurdu. Ekonomik her krizde silah ticareti
imdadına yetişir, onu bir nebze de olsa rahatlatırdı. Bundan istifade on yıllar
öncesinde planladığı yeni dünya düzeninin taşlarını yerine oturtmak için piyonlarını
öne sürer, yeni sözde kahramanlar yaratır, asla birleşmelerini istemediği,
kavga etmeleri için her türlü fitneyi yaydığı toplulukları birbirine iyice düşman
olana kadar izler, sonra gelir müdahale eder, “Barışın artık.” derdi. Zaten
yokluktan ve savaştan yorgun düşen bu insanlar denize düşüp yılana sarılmış
olurlardı. Bu kıvam canavar için tam bir sömürü kıvamıydı. İşin ilginç yanı bu
toplulukların canavarın tuzağına yüzyıllardır düşmeleri, tarihten asla ders
almamaları, barışıp kardeş olmak yerine canavarın çıkarları doğrultusunda hareket
edip, birbirleri ile savaşmalarıydı. Canavarın ürettiği tüm dramlar insanlığın elinin
altında, bir tık uzağındaydı.
Suriyedeyiz. Kimin yaptığı bir
türlü tespit edilemeyen (!) bir kimyasal saldırı yapılmış. Bir baba ölen
kızının cesedine sarılmış, onu bağrına basmış, ağlıyor. Ambargo olduğu için yiyecek
sıkıntısı var. Kızı saldırıdan önce yemek sırası erkek kardeşinde olduğu için
aç uyumuş. Baba bunu anlatarak ağlıyor. Kızının ölmesi bir yana, aç ölmesine
içerlemiş. Başka bir baba. Oğlunun öldüğünü düşünüyor. Bulunduğunu söylüyor ve
yanına getiriyorlar. Buluşma anında hüngür hüngür ağlarken sinir krizine
giriyor. Çocuk ise şaşkın, babasının bu hareketine anlam veremiyor, korkup o da
ağlıyor.
Mısırdayız. Protesto amaçlı
olarak toplanan halkın üzerine asker ateş açmak üzere. Bir asker halkı yüksek
sesle uyarıyor. Askerler önce uyaran askeri vuruyorlar, sonra da namaz
kılanların üzerine rastgele ateş açıyorlar. Bir diğer dram. Mısır’ın simgesi
olan Esma darbe karşıtı gösteri için meydanda. Keskin nişancıların marifetiyle
(!) göğsünden vuruluyor. Son
görüntülerinde sedye üzerinde, gözlerinde bir şaşkınlık var. Mazlum bakışları
ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor.
Bosna’dayız. Canavarın barış gücü
güvenli bölge ilan edip insanları silahsızlandırdı. Sonra silahsızlandırdığı
insanları katletmesi için düşmanlarına teslim etti. Savaştan kaçan masum
insanlar ormanda birbirlerine seslendiler, açlık ve korku içindeki
arkadaşlarına saklandıkları yerden çıkmaları için barışı, kurtuluşu
müjdelediler. Ortaya çıkıp teslim olanlar çoluk çocuk denmeden bir bir kurşuna
dizildi.
Filistindeyiz. Yıllarca maruz
kaldıkları zulüm, yıkım, ambargolara bir de denek olma vazifesi eklendi. İsrail
ordusu Filistin halkı üzerinde geliştirdiği bombaları deniyor. Onca savaş
suçuna yenisini eklemekten çekinmiyor. Çocuklar havai fişek sanarak izliyorlar atılan
fosfor bombalarını. Söndürülemeyen ateş
olarak bilinen fosfor bombasından yanan bir kız çocuğu var hastanede. Çocuk çaresizlik
ve acı içinde ağlıyor. Bu yanık dinmeyen bir yanık, öyle ki önce deri yanıyor, bazen
eti kemiğe kadar kavurabiliyor, hatta iç organlar, solunum ve sindirim
sistemlerini çökertiyor. Tabi ambargolar
yüzünden Filistin’de bu çocuğu tedavi edecek gerekli ilaç ve teçhizatın
olmadığı da dramatik başka bir gerçek.
Iraktayız. Boyalı ayakkabılarıyla
Irak topraklarına basan canavar, öldürmeden süründürdü. Bir çok sokakta barikat
kurdu. Bir aile arabayla barikata doğru geliyor. Baba kullanıyor aracı. Anne arka koltukta,
hamile ve doğurmak üzere. Canavarın askeri elini kaldırıp dur işareti yapıyor. Barikatın
yolunun açık olduğunu sanan baba o telaşla askerin el salladığını sanıp geçmeye
çalışıyor. Tüm aracı tarıyorlar. Baba ve anne hariç tüm aile ölüyor. Hamile
kadın yaralı ve karnındaki bebeğini kaybediyor. Askerlere sorduklarında bu
yanlış anlaşılmadan dolayı üzgün ya da pişman olmadıklarını söylüyorlar. Bu
ırkın insanlarının böcek gibi olduğunu, birkaç tanesinin üzerine basmakta bir
sakınca olmadığını söylüyorlar. Halepçedeyiz. Havada tatlı elma, portakal gibi
hoş bir koku var. Giderek nefes almakta zorlanıyor insanlar. Hayat donuyor
birden. Bir anne merakla dışarı koştu, çok geçmeden çocuklarıyla beraber olduğu
yere yığıldı. İnsanlar ne olduğunu anlamadan yanarak öldüler. Kaçamadılar,
kendilerini savunamadılar, tek yapabildikleri ölmekti.
Canavar ortadoğuda bir çok evlat
edinmişti. Bu evlatlar canavarın vaat ettiği iktidar ve gücün büyüsüne kapılmış,
insan hayatını hiçe sayarak kendi halkını gözünü kırpmadan kendi elleriyle
katletmişti. İnsanlığın ölü taklidi yaparak sessiz kalması onların işine
gelmişti belki; ama sustukça sıra susanlara gelmişti. Ta ki halkları birleştiren,
kardeşliği hatırlatan, beraberliği sağlayan cesur biri ortaya çıkana kadar. Ta ki
Allah zalimden intikamını O’nun eliyle alana kadar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder