5 Haziran 2013 Çarşamba

KARŞI PENCERE

Kadın alışveriş yapmak için dükkana girdi. Kendisiyle ilgilenen kimse olmadı. Sepetine aldığı ürünlerle birlikte kasiyer kızın yanına gitti. Kız, kadının yüzüne bile bakmadan hızla geçirdi ürünleri ve toplam tutarı söyledi. Kadın kredi kartını uzattı, şifresini girdi ve fişini aldı. Bir yandan ürünleri poşete yerleştirirken, bir yandan da “Bu paspal kıyafetim pek saygı uyandırmadı herhalde.” diye geçirdi içinden.

Kasiyer kız bir önceki gün arayıp izin istedi müdüründen. Annem hasta dedi. Aslında bu bir yalandı. Boşanma davası vardı. Bunu kimsenin bilmesini istemediği için böyle bir yalan uydurmuştu. Müdür son derece asabi bir ses tonuyla: “Hepimizin sorunları var ama sorumlulukları da var. Öyle her keresinde izin vermem mümkün değil.” Dedi. İzin alamayan kasiyer kız yine sabahın köründe kalktı, balık istifi metrobüse bindi ve işinin yolunu tuttu. Dalgın dalgın oturdu yerine. Mahkemeye gidememek ve çocuğunun velayeti ile ilgili anlaşmazlığı düşünürken tek tek geçirdi ürünleri kasadan.
Marketin müdürü ile patronlardan biri arasında kızılca bir kıyamet kopmuştu. Onca market arasında patron alışveriş için o marketi seçmişti. Sırada başlayan huzursuzluğa ve akabinde yaşanan tartışma ve şikayete birebir patron da şahit oldu. Müdürün her zaman haklı olması gereken müşteriden değil de kasiyerden taraf olduğunu gördü. Bunu görür görmez de velinimeti olan müşterisine yapılan davranışın hıncını müdürden fazlasıyla aldı.

Marketin patronu yönetim binasındaki koltuğunda oturuyordu. Eşi aradı. Yurt dışındaki kızının yanına giden eşi önce kısa bir hal, hatır sonrasında kendisinin ve kızının hesabına yüklü bir miktar para transferi yapılmasını istedi. Söylediğine göre giderken yanına aldığı harçlık giyim-kuşam alışverişine ancak yetmişti. Orada çok beğendikleri bir araba vardı. Koskoca patron kızı okula daha ne kadar süre metro ile gidebilirdi. Eşinin ve kızının müsrifliklerine sinirlenen patron, paltosunu alıp dışarı çıktı. Deniz havası almak için yolunu uzatıp, sahil yoluna saptı. Yol üzerinde market zincirlerinden bir tanesi dikkatini çekti, otoparkına park edip markete girdi.

Kızının yurt dışında rahat içinde yaşadığını, başarıyla okuduğunu düşünüyordu. Önce kızının ikinci dönemden itibaren artık yurda uğramadığını, sonra da dersleri takip etmediği için okulu 1 sene uzattığını öğrendi. Kadın yaşadığı şoku atlatır atlatmaz, topladığı parçaları birleştirip bulmacayı çözmeye çalıştı. Artık tek amacı kızına bir an evvel ulaşabilmekti. Kızının yurttaki oda arkadaşı burslu bir kızdı. Hemen onu bulup, ondan yardım istedi. Kızının sınıfındaki madde bağımlısı bir erkek öğrencinin peşine takıldığını ve onunla sefalet içerisinde bir hayat sürdüğünü öğrendi. Burslu kız ona kızının kaldığı evi gösterdi. Kadın kapıyı çaldı. Kapıyı açan kızını görünce gözyaşlarına boğuldu. Anne-kız olan biten her şeyi uzun uzun konuştular. Kadın kızını alıp bir rehabilitasyon merkezinin yolunu tuttu. Yolda para istemek için eşini aradı.
 
Genç kız üniversiteyi Türkiye’de okumak istediğini defalarca söyledi. Ancak ne babasına, ne annesine laf anlatamadı. Onun yurt dışında çok daha kaliteli bir eğitim alacağını düşünüyorlardı. Kızsa hassas ve duygusal bir yapıya sahipti ve arkadaşlarına çok bağlıydı. İş dolayısıyla annesini de, babasını da doğru dürüst görememişti. Arkadaşları onun ailesi gibi olmuştu. Baskın bir karakter olmadığı için ailesinin bu isteğine sonunda boyun eğdi. Yurt dışına gittiklerinde onu üniversitenin yakınındaki bir yurda yerleştirdiler. Orada burslu bir kızla birlikte kalmaya başladı. Zaman geçtikçe içinde bulunduğu ortama alışıyor ve yeni çevreler ediniyordu. Burslu kızla birbirlerini ancak yatmadan yatmaya görmeye başladılar. Bir süre sonra zengin kız yurda hiç gelmemeye başladı. Okuldaki birkaç karşılaşmadan sonra bağlantıları tamamen kesildi.
 
Kayseri’de bir fakirhaneden çıkıp, liseyi amcasının yanında okuyup, İstanbul’da özel bir üniversiteyi burslu olarak kazanan bir gençti bu kız. Yokluk ve cehalet içindeki hayatını kendi tırnaklarıyla bir yerlere getirebilmişti. Gözleri zehir gibi, sözleri tesirli, hayat felsefesi çalışmaktı. Yurt dışında okumak ve kendisini farklı alanlarda geliştirebileceği eğitim programlarına katılmak istiyordu. Bunun üzerine kendisine yatırım yapmak için sponsor olabilecek bir iş adamı arayışına girişti. Dikkat çekip fark yaratmak için sosyal medyada yazmadığı yazı, internetten başvurmadığı yer kalmadı. Sorduğu çarpıcı ve farklı sorularla üniversitesinin düzenlediği kariyer günlerinin baş aktörü oldu. Sonunda da tuttuğunu kopardı. Hemşerisi olan bir iş adamını uzun süre medyadan yakinen takip etti. Aracı kurumlar vasıtasıyla kendisine ulaştı. Kendi gayretiyle öğrendiği İngilizcesiyle iş adamına methiyeler dizdi. Artık onun için İngiltere yolu açılmıştı. Gider gitmez önce ortamı analiz etti, insanları inceledi. Kültür farkını gördü. “Ben özgürüm” havasına girip, hiçbir değerinden taviz vermedi. Akıllı ve bilinçli bir olgunlukla etrafındaki gençlerin ibretlik hallerini izledi. Yaşıtlarında beliren özenti menşeili ahlaki çöküntüye üzülse de herkesin kendi hayatı diye düşündü. Ta ki bir anne gözyaşları içinde ondan yardım isteyene kadar.

Büyük bir şirketin grup başkanı olmak pek de kolay bir sorumluluk değildi. Bu zamana kadar ki emek yoğun kariyer yolculuğu da sıfırdan başlamıştı. Maillerine göz gezdirirken, “Fırsat Talebi hk.” konulu e-mail dikkatini çekti. Mailde şunlar yazıyordu: “Sayın Başkanım, ben İstanbul’da özel bir üniversitenin işletme fakültesi 2. Sınıf öğrencisiyim. “Öğrenci değişim programı” sayesinde eğitimime yurt dışında devam etmekteyim. Ev hanımı bir anne ile işçi bir babanın kızıyım. Sizi çok uzun süredir basından takip ediyorum. Hayat hikayenizi ve başarı öykünüzü defalarca okudum. Sizin öykünüz geleceğim için bir umut ışığı oldu. Ayrıca dinamik, yenilikçi ve girişken gençlere fırsat tanıyan, onların ellerinden tutan babacan tavrınız bu maili yazmam için bana cesaret verdi. Kendi kişisel yeteneğiyle, emeğiyle ve özellikleriyle bir yerlere gelen sizin gibi idealist kişilerin işlerinde çok daha başarılı olduğunu düşünüyorum. Her şey hayal etmekle başlasa da, hayallerimi gerçekleştirebilmek için tetikleyici bir güce, bir kıvılcıma ihtiyacım var. Bu fırsatı yurt dışında değil, kendi ülkemde yakalamak niyetindeyim. Şirketiniz geleceğin en parlak sektörlerinden biri olan enerji sektöründe faaliyet gösteriyor. Ben de sektöründe öncü olan böyle bir şirketin uygun görülecek bir bölümünde staj yapmaktan onur duyarım. Ekte öz geçmişimi tüm detayları ile bilginize sunarım. Değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür eder, saygılarımı arz ederim.” Başkan bu maili İnsan Kaynakları müdürüne yönlendirdi, sonrasında müdürü arayarak gönderdiği e-mail ile ilgilenmesini istedi. Müdür telefon gelmeden önce maili açmıştı bile. Başkana “Bu hanım kızı tanıyorum, kariyer günlerinde tanıştık ve patronumuz üniversitedeki vakıf vasıtasıyla kendisine burs veriyor.” Dedi.
 
İnsan Kaynakları müdürü yorucu günün ardından gözü saatte mesai bitimini beklemeye koyuldu. İK şefi içeriye girdi. Elindeki poşeti uzatarak “Beklediğiniz ilaçlar gelmiş. Ben de istediğiniz dosyayı tamamlamışken bu poşeti de size teslim edeyim diye düşündüm. Çok geçmiş olsun.” Dedi. Müdür gülümseyip, başını salladı. Şef müdürün karşısındaki misafir koltuğuna oturdu. “Neyiniz var müdürüm? Son zamanlarda renginiz çok solgun. Ciddi bir rahatsızlığınız yoktur umarım. Benim yapabileceğim bir şey var mı? Diye sordu. Müdür, “İyiyim, teşekkürler.” Demekle yetindi. Şef de karşılık bulamayınca daha fazla ısrar etmedi. Kısa bir sessizlik sonunda Şef; “Dilerseniz bu hafta yapılacak rutin toplantıya birimimizi temsilen ben katılabilirim. Hem zaten angarya bir iş.” Diyerek söze girdi. Müdür; “Peki, uygundur.” Dedi. Sonra şefe uzun uzun baktıktan sonra “Gençken ben de sizin gibi hırslıydım. Başarılı olmak için hevesli ve azimliydim. Ancak insan belirli bir yaştan sonra bunların çoğunun boş olduğunu, asıl olanın güzel anılar ve eserler bırakabilmek, kendinden iyi söz ettirmek olduğunu anlıyor. Dilerim siz de bunu fark etmek için geç kalmazsınız kızım. Ne zaman öleceğini kimse bilemez, her gün ölecek yaştayız” Dedi. Şef beklemediği bu sözler karşısında birden toparlandı. Müsaade isteyip alelacele odadan çıktı. Müdür de saatini kontrol ettikten sonra çıkmadan önce son bir kez bilgisayarına gelen maillere göz gezdirdi.

Ofisteki iki kafadar, yönetici asistanı ve İK şefi, karşılıklı kaş-göz işaretlerinin ardından birlikte lavaboya gittiler. Önce tuvaletler yoklandı. Boş olduğundan emin olununca başladılar fiskosa. Asistan “Ben sana söyleyeyim, geleceğin çok parlak. Üç vakte kadar müdür bile olabilirsin. Müdürüme gelince bugün ilaçları da geldi. Artık eminim. Kansermiş. İlaçlarına internetten baktım. Zaten bugün hastanede randevusu da vardı. Doktor da sosyetenin tercih ettiği proflardan. Bu durumu sır gibi saklıyorlar. Kemoterapi başlayınca saklayabilmeleri mümkün değil. Bak bu bomba haberi bir tek sana söylüyorum. Biliyorum ki senden laf çıkmaz. Ne de olsa bundan böyle belki de birlikte çalışıcaz. Koltuğun en kuvvetli adayı sensin.” Dedi. O sırada içeriye giren satın alma uzmanını görünce sesleri kesildi. Kıkırdayarak dışarı çıktılar ve yerlerine geçtiler. 5-10 dakika sonra şef elinde bir dosyayla asistanın yanına geldi. Asistandan aldığı ilaç poşetiyle birlikte İK müdürünün odasına gitti.
 
Yönetici asistanı önceleri son derece bilinen bir holdingde sekreter olarak çalışıyordu. Sosyal olanakları ve holdingin itibarından bir hayli yararlanmıştı. Ancak oradaki diğer sekreterlerle olan amansız kıskançlık çekişmeleri ve iş yerinin eve uzak olması onu yeni arayışlara yöneltti. Tek elinde doğuştan gelen bir engeli vardı. Bu engel onun gözünde bir fırsat demekti; çünkü firmaların engelli personel istihdam etme zorunluluğu vardı. Kendisi de üniversite mezunu bir engelli olduğundan yeni iş bulma şansı bir hayli yüksekti. Zaten öyle de oldu. Yeni iş yeriyle birlikte pozisyonu sekreterlikten yönetici asistanlığına yükseldi. Burası değiştirdiği 6. İş yeriydi. Artık bir yerde tutunmalıydı. Hem yakın çevresi hem de eski iş arkadaşları onu uyumsuz, geçimsiz ilan etmişlerdi bile. Yüzüne karşı direk söylemeseler de “Oradan da mı ayrıldın?”, “Güzelim, her yer aynı sabretseydin.”, “Bu seferki yerin iyiymiş, kıymetini bil artık.”, “Dilerim buradan memnun kalırsın da ayrılmazsın.” gibi sözlerle bunu belli ediyorlardı. Asistanlık yaptığı İK Müdürü son derece babacan ve nazik bir adamdı. Ancak adamın dalgın ve durgun halleri asistanı bir hayli tedirgin etti. İş yeri nazarında deneme süresi içinde olduğundan adamın kendisinden memnun olmadığını düşünüp, endişelendi. Sonra müdürün hastane ile ilgili randevu işleri çıktı. Müdüre gelen hastane evraklarını okudu ve internetten araştırdı. Adamın kanser olduğundan şüphelenmeye başladı. Üşenmeden iş çıkışı karşı yakada oturan ablasına gitti. Ablası doktordu. Ona fotokopisini çektiği hastane raporunu uzattı. Abla rapora şöyle bir baktıktan sonra “Müdürün kanser.” dedi. Asistan bu duruma elbette çok şaşırmadı, hatta içinde emin olmanın verdiği ferahlığı hissetti. Ablasından müsaade isteyip evine döndü. Kafasında kurduğu planlar onu sabaha kadar uyutmadı. Sabah işe gider gitmez sabırsızlıkla İK şefinin eğitimden dönmesini bekledi. Şef ancak mesai bitimine doğru yerine geçebildi. Asistan şefi görür görmez telefonla aradı ve göz göze geldiler.

Doktor; annesini küçük yaşta kaybetmişti. Babası ikinci bir evlilik yapmış, oradan da yeni kardeşler edinmişti. Hayatın devam ediyor olması bir yana; doktor, babasını tekrar evlendiği için hep suçladı. Yeni kardeşlerini ise hiçbir zaman kabullenemedi. Bu kardeşler ona piyangodan çıkmıştı sanki, kendi soyadını başkalarında duymak onu hep rahatsız etti. İkinci evliliğini görücü usulü yapan ikinci anne ise doktorun gözünde anne olmak şöyle dursun,  üvey anne bile olamadı. Hep bir hizmetçi ya da bakıcı gibi davranıldı ona. Hep kıyaslandı, hep aşağılandı. Oysa bu kadıncağızın da olan bitenle ilgisi yoktu. Eşinin ilk hanımının akciğer kanseri sebebiyle vefatını ne o, ne de doğan çocukları planlamamıştı. Takdiri ilahi böyleydi işte. Hiç tanımadığı bu kadın için gözyaşı bile dökmüştü. Gel zaman, git zaman ikinci anne de vefat etti. Artık annesiz kalan bir değil, üç çocuk vardı. Cenaze evinde ağlayan sadece son doğan iki çocuktu. Bu sağlaması mümkün olmayan çıkarma işlemi, gözyaşlarının eklenmesiyle çözüldü. Kardeşler tekrar görüşmeye başladılar. Kardeşlerden biri karşı yakada oturuyor ve bir firmada yönetici asistanlığı yapıyordu. O akşam sağlıkla ilgili bir konuyu danışmak için doktor ablasını ziyarete gelecekti.

Adam yedi yaşında köyde çocuk bakıcılığı yaparak başladı çalışma hayatına. Anneler çalışmak için tarlaya gidince küçük bebeler ona emanetti. Okula giden köy yolu hem çetin, hem çamur hem de bir hayli uzundu. Bu zor koşullara rağmen okumaya devam etti. Ortaokul ve lise dönemi de yoğun geçti. Sabah tarlada, öğlen okulda, okul çıkışı yine tarlada… Üniversiteyi ise şehirde akrabalarının yanında okudu. Gündüz okula gitti, akşamları ise taksi şoförlüğü yaptı. Ömrü sıkı bir çalışma temposuyla geçti adamın. Ailesinin yükünü ömrü boyunca omuzlarında taşıdı. İş hayatına başladığında yine o baktı annesine, babasına, erkek kardeşine. Köyünde, yaşıtları arasında okuyup adam olan tek kişi olmasıyla ün saldı. Evlenme çağı gelince beğendiği kızla evlendirdiler. Karısını çok sevdi. İlk göz ağrısından ilk meyvesi olan kızını kucağına aldı. Çocuk bakımı konusundaki tecrübesi çok işine yaradı. Kızının altını değiştiriyor, mamasını yediriyor, gazını çıkarıyor, yıkayıp paklıyor ve bunları büyük bir zevkle yapıyordu. Kızı biraz büyüyünce bir kızı daha dünyaya geldi ancak bu tanışma faslı kısa sürdü. Küçücük bir tabutta yolladı bebeğini sonsuzluğa. Zaman olayın üzüntüsünü az da olsa hafifletmeye başlamışken karısının kanser olduğunu öğrendi. Tedavi süreci hep hastanelerde geçti. Adamın içindeki kaybetme korkusu o kadar büyüdü ki hastalık gerçeğini kabullenemedi bir türlü. Hiç ölmeyeceğini, iyileşeceğini düşündüğü eşi gözlerinin önünde eriyip son nefesini verdiğinde yanında duran küçük kızıyla ortada kalakaldı.

Yukarıdaki hayat öykülerini artık biliyorsunuz. Sizin öykünüz nedir? Peki ya karşı pencerenizdekinin? Kendi öykünüzü kendi içinizde yaşıyorsunuz. Birileri de sizi dışarıdan gözlemlediği kadarıyla, o an kadarıyla yorumluyor ve yargılıyor. Oysa siz ve karşı pencereniz hayatta yaşadığınız tüm anların toplamından oluşuyorsunuz. Bir dakikaya sığdırılamayacak kadar uzun, bir şekle sokulamayacak kadar duygulu ve bakmakla anlaşılmayacak kadar derinsiniz. Yargılayan da siz, yargılanan da… Karşı pencerede gördüğünüz ise yalnızca bir yansımadan ibaret. Hepsi bu…

Hiç yorum yok: