14 Aralık 2012 Cuma

GÜZEL AHLAK


Tüm güzel ve çirkin huylar tüm halleriyle bir bedende toplanmışlardı. Gündemlerindeki konu “İyi insan olmak” hedefini gerçekleştirmek için “Güzel Ahlak Anayasası”nın yazılmasıydı. Her bir üye Anayasa taslağının hazırlanmasına katkı sağlamak,  görüş ve önerilerini sunmak için önceden hazırlanmışlardı. Anayasa maddelerinden biri olabilmek ve bütünü tamamlayabilmek her birinin var oluş nedeniydi.

Katılımcılar geniş oval bir masanın etrafında oturuyorlardı. Masaya, iyi huylar ve kötü huylar karşı karşıya oturacak şekilde yerleştirilmişlerdi.  Oturuma “Vicdan” başkanlık edecekti. İyi huylar esas konuşmacılar olarak belirlenmişti. Belirli bir süre ve sıra ile konuşmalarını gerçekleştireceklerdi. Her bir iyi huy konuşmasına kendi isminin anlamını açıklayarak başlayacaktı. Sonra anayasanın neden vazgeçilmez bir parçası olması gerektiğini kısa ve net bir dille anlattıktan sonra, kendi önerisi olan anayasa maddesini katılımcıların görüş ve önerilerine sunacaktı.  Her bir katılımcının önünde bir buton yer alıyordu. Konuşmalar esnasında her katılımcının butona basarak konuşmacıya soru sorma ve itiraz etme hakkı vardı. Bu düzenek, daha çok muhalif olan kötü huylar düşünülerek hazırlanmıştı. Butona basıldığı andan itibaren söz hakkının verilip verilmeyeceğine “Vicdan” karar verecekti. 

Sıranın en başında yer alan “İttika” ilk sözü aldı.
 -       İttika; Allah’tan korkmak, haramdan ve şüpheli şeylerden sakınmak demektir. İşte böyle bir insan güvenilir olur ve ondan kimseye zarar gelmez. İnsanlar esasen birbirine eşittir. Fark kişinin itibar edilir biri olup olmamasından doğar. dedi.

O sırada tam karşısında oturan “Şüphe”nin butona bastığını fark etti. Belli ki daha kendisi ilgili anayasa maddesini söylemeden diyecekleri vardı Şüphe’nin. Vicdan, Şüphe’ye söz hakkı verdi.

Şüphe; kendiyle çelişecek kadar emin bir ifadeyle:
 -      Allah’tan korkmak yerine onu sevmek gerekmez mi? Bir de haram ve şüpheli şeyler dinlere göre bile bir hayli tartışmalı. Hangisinin haram olacağına nasıl inanacağız? Diye sordu.

İttika gecikmeden yanıt verdi.
-      Yaşadığımız dünyada tam anlamıyla özgür olduğunuz söylenemez, değil mi? Eğer sınırsız özgürlükler olsaydı muhtemelen kaos olurdu. Ama dünyayı tüm korku ve kaygılarınıza rağmen yine de seviyorsunuz. Anneniz size ocağa dokunmamanızı söylüyor ve kızıyor. Annenizi hem seviyorsunuz hem de ondan çekinip, korkuyorsunuz. Diyelim ki; buna rağmen elinizi uzattınız ve eliniz yandı. Merakınız sayesinde durup dururken kendi cehenneminizi kendiniz gerçekleştirdiniz. Hem de bu dünyada! Elinizin yanması annenizin suçu değil, kendi seçiminizin sonucudur. Çünkü o size gerekli uyarıyı yapmıştı. Bu olaydaki gibi anlam veremediğiniz yasaklar ve kurallar aslında ortaya çıkabilecek kötü sonuçları önlemek için varlar. Bu yasakları çiğneyerek kötü sonuçlarla karşılaştığınızda ise; başka bir şeyi ya da birini suçluyorsunuz. Oysa suçladıklarınız; hatalarınızdan dolayı zor duruma düştüğünüzde sizin için üzülecek olan kimseler. Oysa siz, sevdiğiniz insanları kaybetmekten korkmalıydınız. Diğer sorunuza gelecek olursak; dinimizde haram olan şeyler net ve bellidir. Bunun için inandığımız kutsal kaynağı (Kuran-ı Kerim) okumanız yeterlidir. Haram olanların dışında şüpheli yani tartışmalı olan konulardan uzak durmak daha uygundur. Çünkü yapmamak size bir şey kaybettirmez. Ancak yaparsanız ve gerçekte haram ise; o zaman cezasını çekmek durumunda kalırsınız. Dedi.

İttika; hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-       “Kişi inandığı dinin ve değerlerin yasakladığı hiçbir davranışta bulunmaz. Bu konuda kişinin inancındaki samimiyeti, tutarlılığı ve vicdanı esas alınır. Kişi;  söz konusu kural ve yasakları çiğnerse, bu yaptığı eylem ve işlerden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.”

İttika artık görevini tamamlamanın rahatlığı içerisinde arkasına yaslandı. Sıra Edeb’e gelmişti.
Edeb bir süre tam karşısında oturan yansımasına baktı. Dış görünüşleri aynıydı belki ama oturuş şekilleri ve davranışları aslında ne kadar farklı olduklarını gösteriyordu. Onlar sadece sesteşti, anlamları farklıydı.

Bu kısa düşünme faslından sonra, toparlandı ve ayağa kalktı.
-        Edeb; güzel terbiye ve huylarla donanmaktır. İnsanın süsüdür. Utanılacak şeylerden insanı koruyan bir özelliktir. İnsanı kendi arzularının sürükleyeceği karanlıklardan korur ve kurtarır. Böyle güzel bir özellik önemli bir madde olarak insanlık kitabında mutlaka yer almalıdır. Çünkü güç ve paranın kalıcı olacağı garanti değildir. Ama edeb bunlardan çok daha değerli bir mücevher olarak; her koşul ve şartta herkes tarafından takdir görür, değer bulur. Dedi.

Edeb, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; her koşulda ve her ortamda sahip olduğu terbiye seviyesine göre değer görür. Bu sebeple her hareket ve davranışını terbiye süzgecinden geçirerek düzenler.”

Edeb’in karşısındaki kötü kopyası sadece pis pis gülümsemekle yetindi. Gülümsemenin içinde kendini beğenmişlik, küstahlık, saygısızlık ve umursamazlık vardı. Sanki senin ne dediğinin önemi yok. Bu madde anayasaya dahil edilse bile uygulanacak mı bakalım? Der gibiydi.

Bir sonraki katılımcı “İhsan”dı. Kimseyi bekletmeden hemen söze girdi.
-       İhsan; bağışlama, iyilik etme, bahşiş verme, hayır olarak yapılması uygun olan bir şeyi yapma demektir. Sahip olduğumuz her şey, onun yokluğunu çekenlere karşı üzerimize bir sorumluluk yükler. Eğer ihtiyacı olan insanları görmezden gelerek yaşarsak, kazandığımız her şeyde bereket azalır. Gün gelip biz de yardıma muhtaç hale düşebiliriz. Yaşlılık bunun güzel bir örneğidir. Ayrıca birine yardım etmenin, bağışta bulunmanın kişiye vereceği huzur ve mutluluğun yerini hiçbir şey tutamaz. Çünkü ihsan, adaletin üstünde bir erdemdir. Dedi.

İhsan, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; artık kullanmayacağı eşyalarını yardıma muhtaç kimselere bağışlar. Korunmaya muhtaç çocuklara, engellilere ve yaşlılara düzenli olarak hem maddi, hem manevi yardımda bulunur.”

İhsan konuşmasını tam bitirmişti ki; tam karşısında oturan “Paragöz” düğmeye bastı. Vicdan’ın söz hakkı vermesiyle, heyecanla öne atıldı.
-       Konuşmanızda artık kullanılmayacak eşyalardan bahsettiniz. Bu eşyalar bağışlamak yerine satılıp, paraya da dönüştürülebilir. Herkesin paraya ihtiyacı vardır. İhtiyaçlar sınırsız. Adım atmak parayla. Hem gelecekte ne olacağının garantisi mi var? Biriktirmek gerek parayı. İleride lazım olabilir. Hepimizin borçları var. Yani daha kendimiz yardıma ihtiyaç duyarken bir de yardım mı edeceğiz? Ayrıca yardıma ihtiyacı olduğu iddiasındaki birçok kişi düzenbaz çıkıyor. Yardım kuruluşlarının bazıları yardımları cebe indiriyor. Yani ihtiyaç sahibine gidiyor mu diye şüpheye düşüyor insan ister istemez. Bir de manevi destekten bahsettiniz. İyi, güzel, hoş da bir kere buna zaman ayırmak gerek. Çoğumuz hayat koşuşturmacasından vakit mi bulabiliyoruz. Hem vakit demek, nakit demek. İş, güç var. Geri kalan zamanı kendimize ayırıyoruz. Elbette o kadar çalıştıktan sonra dinlenmek hakkımız. İşte burada sosyal sorumluluk devreye girmiş oluyor. Dedikten sonra kendi esprisine kahkahalarla güldü.

İhsan bir süre böylesine kör bir anlayışa laf anlatmanın zorluğunu düşündü. Sonra:
-        Biliyorsunuz ki hızlı tüketim çağındayız. O kadar hızlı tüketiyorsunuz ve moda o kadar hızlı değişiyor ki; satıp paraya çevirme fikri bir bahane olarak kalıyor. Hiçbiriniz özellikli bir şey değilse eşyalarınızı satmakla uğraşmıyorsunuz. Daha eskime şansı bulamayan eşyalarınızı bile çöpe atıyorsunuz. Oysa sizin o çöp dediğiniz, yüzüne bile bakmadığınız şeylere ihtiyaç duyan insanlar var. İhtiyaçlarınızın sınırsız olduğuna katılmıyorum ama açgözlü olduğunuz için borcunuzun bitmeyeceği konusunda sizinle hem fikirim. Çünkü cebinizde olmayan parayla kredili ve vadeli yaşıyorsunuz. Borcunuzun hiçbir zaman bitmeyeceği gerçeği ve bitmek tükenmek bilmeyecek istekleriniz yardım konusunu belki de ömrünüzün sonuna kadar ertelemenizi gerektirecek. Yardım insanların kendi mevcut koşulları ve güçleri doğrultusunda olmalı ve ertelenmemelidir. Çünkü hiçbir bahane yardıma engel olacak güçte değildir. Yeter ki kişi niyetinde samimi olsun.  Siz niyetinizde samimiyseniz, karşınızdaki insanın düzenbaz olup olmadığı konusuna takılmazsınız. Takılacaksanız, şunu bilin ki asla doğru yere ulaştığından tam olarak emin olamayacaksınız. Şüphe bir kurt gibi o güzel niyetinizi heba edecek, kemirip bitirecektir. Etrafınızı ya da yakınınızdaki semtleri gözlemleyerek aracısız bire bir kendiniz de yardım yapabilirsiniz. Nasıl mı? Bakmak ve görmek ayrıdır. Sadece bakarsanız elbette muhtaç bir çocuğu, engelliyi, yaşlıyı ya da sokaktaki bakıma muhtaç bir hayvanı göremezsiniz. Eğer kalbiniz taş kesmişse onları engel olarak bile görebilirsiniz. Oysa onlarla iç içe beraber yaşıyorsunuz. Her yerdeler. Gönül ister ki; barınakları, huzurevlerini, çocuk esirgeme kurumlarını, vb. ziyaret edin. Bu elbette bir insanın hayata bakışını büyük ölçüde değiştirecek bir deneyim ve ibrettir. Ama madem vaktim yok diyorsunuz; günlük hayatınızda böyle yardım fırsatlarını defalarca yakaladığınıza dikkatinizi çekmek isterim. Yeter ki görün, farkında olun. Dedi.

Bu uzun ama güzel konuşmadan sonra sıra sabırsızlıkla bekleyen İhlas’a gelmişti. Sabırsızlanmasının sebebi İhsan’ın konuşması sırasında niyetten bahsetmesiydi. İhsan söyleyeceklerine bir giriş yapmış oldu aslında.
-        İhlas; herhangi bir işi güzel niyetle ve saf bir kalp ile yapmak, işe başka bir şey karıştırmamaktır. Yapılan her işin değeri ihlasa göre artar. Ruh ve niyeti temiz tutmak insanın güzelliğini arttırır. Bu güzellik herkes tarafından görülebilen bir enerji ve ışıktır. Bu ışık hem kişinin kendisinin, hem de etrafındaki insanların yolunu aydınlatır. Dedi.

Riyakar dayanamayıp bastı kahkahayı. İnsanların şaşkın bakışlarını görünce de butona bastı.
-       Bir kere geçeceksin o saflık, temiz kalplilik gibi hikayeleri. Kim içerisinde maddi bir yarar, bir gösteriş merakı, ince bir hesap olmadan hareket eder? Ben size söyleyeyim. Yok böyle bir dünya. Öyle bir insan kalmadı. Artık oyunu kurallarına göre oynayacaksın. Eğer aptal durumuna düşmek istiyorsanız o başka. Eğri oturup doğru konuşalım şimdi. Söylemeseniz de ben sizin ciğerinizi bilirim. Ne de olsa sizden biriyim arkadaşlar. Dedi.

İhlas bu çıkışa cevap vererek:
-        Öncelikle nasıl bakarsanız öyle görürsünüz. Hayatı, insanları ve kendinizi… Güzel bakmak, güzel görmek, güzel söylemek, güzel şeyler yapmak dururken neden seçimimizi karanlıktan, kötülükten yana kullanalım ki? Saflık, sizin doğanızda var. Doğduğunuzda sahip olduğunuz saflığı koruyamamış olmanız ancak kendi acizliğiniz olabilir. Diyelim ki maddi ya da manevi herhangi bir çıkarınız olmadan bir iş yaptınız. Bu iş hangi şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın hem vicdanen hem zihnen rahat olmayacak mısınız? Çünkü doğru olanı yapmış olacaksınız. Bahsettiğiniz güven sorunları, korku ve kaygılar saflığın değerinden ve cesaretinden bir şey kaybettirmez. Eğer ki mesele gösteriş yapmak ise bu sizin samimiyetinizle ilgili bir sorundur ki; saf olan zaten samimidir, yani böyle bir sorunu yoktur. Dedi.

İhlas, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi yapacağı bir işi gerçekleştirmeden önce istek ve dileklerini saf ve iyi niyetlere bağlar. Bu bağı öyle kuvvetli tutar ki; hiçbir hayırsız sebep niyetinin önüne geçemez.”

Herkes İstikamet’e yöneldi. Sıra ona gelmişti.
-       İstikamet; her işte doğruluk üzere bulunmak, adaletten ve doğruluktan ayrılmayıp din ve akıl çerçevesi içinde yürümek demektir. Din ve dünya görevlerini olduğu gibi yapmaya çalışan Müslüman tam istikamet sahibi demektir. Dedi.

Hıyanet büyük bir öfkeyle bastı butona. Vicdan ona da söz verdi.
-       Şimdi; bugün doğru gibi görünen şeyler insana yarın yanlış gibi gelebilir. Kendinizi nasıl belirli sınırlarla sınırlayabilirsiniz ki? Açıkçası ben kimsenin belirli kurallarla, belirli kalıplara girmesini istemem. Bu hem şekilcilik hem de aptallık değil mi? İnsan bulunduğu koşullara uyum sağlayan bir varlıktır. Yani koşullara ve ortamına göre durum değiştirebilir. Ne biliyim çıkarlarınla çakışabilir mesela. Başarmak için kimin atı önden gidiyorsa, ona binersin. Dedi. 

İstikamet sakin ve ciddi görünümünü korudu ama hafif çatıldı kaşları.
-       Siz istikrar nedir bilir misiniz? İstikrar başarı demektir. Seçtiği doğru yolda sabırla ve istikrarla devam edebilen insanlar başarılı olurlar. Buradaki kastım hem maddi hem manevi işlerde başarıdır. Bir inancınız olmalı, bir duruşunuz, bir seçiminiz olmalı. Bir taraf olma cesareti göstermelisiniz. Bu hiçbir şeyiniz kalmasa bile sahip olacağınız temel değeriniz ve güç kaynağınızdır. Bulunduğu ortama göre bukalemun olmaya çalışan çoklarınızı gördüm. Gördüm ki yollarından ayrıldıkları için, içinde bulundukları ortamın maskarası oldular. Kendi kişiliklerini ve kimliklerini kaybettiler. Ne o ortamın parçası olabildiler, ne de kendilerinin. Kalıplara ve şekilciliğe gelince; bu iddianız kendi içinde çelişen bir iddia olsa gerek. Hem bulunduğunuz ortama uyumlu olmak istiyorsunuz; hem de belirli kalıplara, kurallara uymak istemiyorsunuz. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki; insanlar sınırsız özgürler. Aslında istediğiniz her şeyi yapmakta özgürsünüz. Ancak unutmayınız ki; her davranışınız hayata bakışınızı, yani sizi temsil edecektir. İşin rengi değişip, yaptığınız yanlışların sonuçlarına katlanma ve cezalandırılma vakti geldiğinde sorumluluk almak istemiyorsunuz. Halbuki uyum göstermeniz gerek. Asıl olan gerçeklerdir. Fiili olarak cezalandırılmasanız bile doğru yoldan ayrıldığınızı, kendinize ihanet ettiğinizi bilen bir vicdanınız olacak. Bu vicdan elbet bir gün sizi cezalandıracaktır. Dedi.

İstikamet, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-       “Kişi; tüm yaşamı boyunca hangi koşul ve ortamda olursa olsun adalet ve doğruluktan ayrılmayacaktır.” Dedi.

İstikamet’ten sonraki sıra İtaat’indi.
-       İtaat; üst amirin dince yasak olmayan emirlerini dinleyip, ona göre yürümektir. Allah’ın buyruklarını dinleyip tutmak da itaattir. İnsanın mutluluğu itaate bağlıdır. Kişi tecrübe ve hayat yorumu olarak üst amirinin bilgi düzeyine erişmiş olmayabilir. Kişi bulunduğu konum itibariyle olayları amirinin gördüğü gibi geniş bir açıdan yorumlayamaz. Çünkü bilgi akışı düşünüldüğünde teknik olarak üst amirinin sahip olduğu bilgilere sahip değildir. Üst amirinin verdiği kararlara ilişkin kendi kıt bilgi ve tecrübeleriyle yapacağı yorumların yanlış olma riski yüksektir. Öğrenme sürecinde; kendisine söyleneni koşulsuz şartsız yerine getirmek, amirine itaat etmek, onu izleyerek öğrenmek, verilen kararların gerekçelerini öğrenebilecek kadar sabırlı olabilmek, amiri ile arasında karşılıklı bir güven ilişkisi oluşturacaktır. Birlikte çalıştığı insana güven duyan üst amir, bu kişiyi gelecek dönemlerde kendisinin yerine geçecek kişi olarak görür ve onu yetiştirir. Şimdi de konuyu ikinci anlamı açısından ele alalım. Allah’ın bilgisi sınırsız ve sonsuzdur. Siz ise ne çok şey bildiğinizi sansanız da,  kıt bilgilerinizle bilmişlik taslasanız da aslında bilginiz denizdeki kum tanesi kadar bile değil. Sürekli öğrenen organizasyonlar olmanıza rağmen, Allah’ın kurduğu eşsiz düzen ve mucizeler karşısında çoğu zaman aciz kalmaktasınız. Hala yılmadan doğada olanları çözümlemeye çalışmakta, birçok buluşu doğadaki harika sistemleri kopyalayarak elde etmeye çalışmaktasınız. Yüce Allah’ın bu akıllara durgunluk veren bilgi yönetim sistemi karşısında itaat etmemek ya cahillik ya da aptallıktır. Dedi. 

İsyan hemen butona sarıldı.
-       Şimdiye kadar ki konuşmaları dinledim de en sert ve keskin konuşmanın sizin tarafınızdan yapılmış olması beni hiç şaşırtmadı. Allah’a isyan deyince hemen günahkar ve hayırsız kimse olup çıkıyor insanlar. Kendisini tehlikeye atmış oluyor. Söyler misiniz? Bu nasıl bir tehlike olabilir? Allah her şeyi biliyor ama yeryüzünde haksızlığa uğrayan, acılar çeken bir sürü insan var. Şimdi bu insanlar bunu hak edecek ne yaptı? Elbette isyan edecekler. Diğer konuya gelince; belki üst amiriniz yeteneksizin, beceriksizin teki. Akıl yaşta değil baştadır derler. Altında çalışan kişi bu aptallığa tahammül etmek zorunda mı? Diye sordu.

İsyan’ın sözlerine İtaat’in yanıtı gecikmedi.
-       Diyelim ki yıllardır hiç görüşmediğiniz bir arkadaşınız sizi aradı ve yardım istedi. Sizde ona elinizden geldiğince yardımda bulundunuz. Sonra bu kişi kalktı size teşekkür edeceğine, nankörlük etti. Sizi, başı bir daha sıkışana kadar da aramadı. Sonra işi düşünce aradı. Yine yardım ettiniz. Yine aynı davranışta bulundu. Sonra yine. Buna ne kadar dayanırdınız. Ne kadar süre daha arkadaşınıza destek olmaya devam ederdiniz? Nankörlüklerini ne kadar zaman daha affeder ve sizi kullanmaya çalışmasına nasıl göz yumardınız? Allah’ı çoğunlukla ölüm olduğunda ya da sıkıntılarımız baş gösterdiğinde anıyoruz. Oysa Allah’ın bize sunduğu nimetlerin her zerresinden faydalanıyoruz. Allah’ın bize ihtiyacı yok. Ama bizim ona ihtiyacımız var. Allah emir ve yasaklarını bizler için koyuyor. Seçim hakkını ise bizim hür irademize bırakıyor. Göz göre göre, bile bile günah işleyen kimseye elbette günahkar ve hayırsız kimse denir. Bu demagoji kaldırmayacak kadar basit bir matematiktir. İşlenen her günahın zararı önce kişinin kendisine daha sonra içinde bulunduğu topluma dokunur. Kişiler her yaptıkları davranışın cezasını çekecek sorumluluğa sahip olmalıdır. Eğer göz göre göre mayına basarsanız, mayın patlar. Sonra istediğiniz kadar isyan edebilirsiniz. Bu mayının patladığı gerçeğini değiştirmez. Allah her şeyi bilendir, görendir. Ne güzel ki bunu siz de biliyorsunuz. Ama sonraki söyledikleriniz Allah’ın adaletini sorgular nitelikte olmuş. Dünyadaki veya evrendeki, artık nasıl genişletirseniz, hiçbir şey tesadüfe dayanmaz. Olan her şeyin bir sebebi vardır, daha önce olan olaylarla ve sonra olacak olaylarla bir bağı vardır. Bir şeyin sebebi, başka bir şeyin sonucudur. Her bir yaşanan olayı etkileyen sayısız sayıda parametre vardır. Bu parametreleri kontrol altında tutmak, yönetmek, hatta algılamak en zeki insan için bile boşuna bir hayal olur. Yaşadığınız olaylara düz, ön yargılı, basmakalıp bir mantıkla baktığınızda yaptığınız yorumların çoğu yanılsamanın ötesine geçemiyor. Bunu bir illüzyon gibi düşünün. Gördüklerinizi önceden öğrendiğiniz bilgilere dayanarak yorumlayabiliyorsunuz, sadece duyduğunuzu algılayabiliyorsunuz, sadece dokunduğunuzu hissedebiliyorsunuz. Oysa siz bunu yaparken birçok şey var olmaya, birçok olay olmaya devam ediyor. Burada size düşen böyle muazzam bir düzeni “OL” diyerek var eden Allah’a inanmak ve O’na itaat etmektir. Allah’ın sunduklarını sorgulayın, ama kendisini sorgulamayın. Çünkü yetersiz kalırsınız, yanlışa düşersiniz, mayına basarsınız. Yeteneksiz üst amir meselesine gelince; gözlemlediğim kadarıyla amirine yeteneksiz diyen kişilerin büyük çoğunluğu işinde iyi ama yönetsel becerilere sahip olmayan kişiler. Ya da genç, cesur ama bulunduğu yeri henüz hazmedememiş, hemen yükselme hırsına kapılmış, henüz olmamış, sabırsız kişiler. Bir kişinin yönetici olarak belirlenmesinin temelinde güven duygusu yatar. Birileri üst amirinize güvenmiştir. Onda kendi aradığı kriterlere uygun olan bir özellik görmüş ve onu amiriniz olarak atamıştır. Burada sizin kişisel olarak sevip, sevmemenizin; onu başarılı bulup bulmamanızın pek bir önemi yoktur. Bilgiler güvenilen kişiye doğru akar ve tüm bilgiler siz beğenseniz de beğenmeseniz de merkezde olan üst amirinizde toplanır. Kendinizi ne kadar önemli görseniz ve egonuz ne kadar yüksekte olsa, amirinizi yeterlilik açısından değerlendirecek konumda bulunmamaktasınız. Amirinizi seçenler yükseleceğiniz zaman sizi de aynı kriterlerle değerlendirecektir. Söylediğinizin tersi düşünüldüğünde amirini yetersiz gören ve ona saygısız davranan bir kişiye tahammül edilmesi de bir hayli zor olsa gerek. Dedi.

İtaat, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; Yüce Allah’ın emir ve yasaklarına koşulsuz itaat eder. Üst amirinin tavsiye ve emirlerini de titizlik ve özenle dikkate alır.”

Sıra İtimat’a geldi. Az önceki konuşmada kendi konusuna biraz değinilmişti bile.
-      İtimat, güvenmek ve emniyet etmek, bir şeye kalben güvenip dayanmak demektir. Halkın güvenini kazanmak bir başarı eseridir. İktisadi ve toplumsal hayatın devamı itimadın varlığına bağlıdır. Onun için insan, güzel ve doğru hareketleriyle herkesin güvenini kazanmaya çalışmalıdır. Dedi.

İtimat, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; ailesi, dostları, komşuları başta olmak üzere etrafındaki insanların kendisine güvendiği, inandığı kimsedir. Kişi; bu güven algısını pekiştirmek için gayret gösterir. İnsanların güvenini sarsacak, şüpheye düşürecek tavır ve davranışlardan sakınır.”

Herkes Hıyanet’e döndü. Mutlaka butona basmıştır diye düşündüler. Ama Hıyanet bu kez pek oralı olmadı. 

İktisat söz aldı bu kez.
-     İktisat, her işte denge üzerinde bulunmaktır. Gereğinden fazla veya noksan harcama yapmaktan kaçınmaktır. İnsan iktisada uyma sayesinde rahat yaşar. Dedi.

Tam anayasa maddesini önerecekken, israf butona bastı ve vicdan ona söz hakkı verdi.
-      Sana uyarak nasıl rahat yaşayabileceğiz ki? Buna inanmak biraz zor. Dünyanın güzelliklerinden, bize sunduklarından layıkıyla faydalanamayacak mıyız yani? Senin söylediğin, kişinin göz göre göre kendisine eziyet etmesinden başka bir şey değildir. Yemek, içmek, giyinip gezmek insanın en doğal hakkıdır. Dedi.

İktisat, israfın bu çıkışına karşı hoşgörüyle gülümsedi.
-      Elbette yemek, içmek, giyinip gezmek en doğal hakkınız. Hatta ihtiyaçlarınız doğrultusunda farklı birçok harcamanız da olacaktır. Ancak buradaki püf nokta belli bir ölçüyü aşmamaktır. Ölçüyü aşmak kişinin hatta toplumların felaketine, yıkımına bile yol açmıştır. Bir şeyi gereğinden fazla kısmakta uygun değildir. Bu dengeyi kişinin kendisi kurmalıdır. Dedi.

İktisat, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-       “Kişi; harcamalarını ihtiyaç durumunu gözeterek dengeli olarak gerçekleştirir.”

Sıra Ülfet’teydi. Önce herkese sıcacık gülümsedi, sonra herkesle tek tek selamlaştı.
-       Ülfet; uygun kimselerle, güzel bir şekilde görüşüp konuşmak demektir. İnsanlar devamlı olarak yalnız başına yaşayamazlar. Birbirleri ile görüşmek zorundadırlar. Güzel bir ahlaka sahip olan kişi, herkesle güzel görüşür ve onların sevgisini kazanır. Dedi.

Yalnızlık butona bastı.
-       Bir kere artık devir değişti. Güven ortamı kalmadı. Artık internet, sosyal paylaşım siteleri, oyunlar falan var. İnsanların yalnız başına yapabileceği bir sürü aktivite var. Yani vıcık vıcık bir arada olma devri kapandı. Artık insanlar bile isteye yalnızlığı seçiyorlar. Beni seçen ve bunu alışkanlık haline getiren benden kolay kolay vazgeçemez. Zarar görmemek için ördükleri duvarları var insanların. O duvarlar içinde korunaklı biçimde yaşıyorlar. Dedi.

Ülfet yumuşak ses tonuyla:
-       Tam tersine insanlar paylaşmaya, bir arada olmaya muhtaçtır. Bu onların metabolizmasında, doğasında var. Yalnızlık bir tek Allah’a mahsustur. Yalnız insan mutsuz insandır. Ne yaparsa yapsın yalnızlık duygusunun yol açtığı boşluğu dolduramaz. O boşluk ona her gün ıstırap veren bir hastalık haline gelir. Çareyi doktorlarda arar. Günümüzde artan psikolojik rahatsızlıkların başlıca tetikleyicilerinden birinin yalnızlık olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Hiçbir şey vazgeçilmez değildir, hele ki yalnızlık. İnsanlar elbet bu kısır döngüden kurtulup, yaşamaya, sevmeye ve her şeyden önemlisi paylaşmaya başlayacaklar. Elbette herkesten kaçınmanın uygun olmadığı gibi, herkesle görüşmekte uygun değil. Arkadaşlarınızı doğru kişiler arasından seçmeli, arkadaşlıklarınızı sağlam temeller üzerine kurmalısınız. “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” sözü buna güzel bir örnek. Dedi.

Ülfet, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; kaliteli zaman geçirebildiği, düzenli olarak görüştüğü arkadaşlar edinir. Bu arkadaşlık ilişkisi karşılıklı emek, sevgi, saygı ve güven esasına dayanır.”

Emniyet sıranın kendisine gelmesiyle birlikte oturduğu yerden şöyle bir doğruldu.
-       Emniyet, bir şeye güvenmek manasına geldiği gibi insanda doğruluktan ileri gelen bir huy anlamına da gelir. İnsanların sırlarını ve mallarını güzelce saklamak da bir emniyet halidir. Dedi.

Bu kez hıyanet dayanamadı ve butona bastı. Söz hakkını aldı.
-      Şimdi söylediklerin iyi, güzel de. İnsanların mallarını ve sırlarını saklamaktan bahsetmişsin. Bir kere iki kişinin bildiği sır değildir. Kesin diğeri gider başkasına anlatır. İkinci söyleyeceğim konu mallarla ilgili. Şimdi bir şeyler alabilen var alamayan var. Özenmiştir falan yani. Göz hakkı diye bir şey var değil mi? Dedi.

Emniyet, Hıyanet’in cümlelerini sabırla dinledi.
-      Hangi gerekçeyle olursa olsun, eğer kişiler arasında emniyet yoksa, o toplumun geleceği güven içerisinde bulunamaz. Başkasının hakkını gasp ederken istediğiniz bahaneyi ve kılıfı uydurabilirsiniz. Bu yaptığınızın hıyanet olduğu gerçeğini değiştirmez. Size emanet olarak verilen hiçbir şey üzerinde herhangi bir hakkınız olamaz. Nasıl teslim aldıysanız sahibine aynı şekilde iade etmekle yükümlüsünüz. Dedi.

Emniyet, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; kendilerine bırakılan emanetleri korumak ve saklamakla mükelleftir.”

Bu kez sıra İnsaf’taydı.
-       İnsaf, adalet içinde hareket etmek ve gerçeği kabul etmektir. İnsaf, ancak ciddi ve iyi huylu insanların özelliği olabilir. Gerçekler ve doğrular karşısında objektif davranabilmek gerekir. Dedi.

Tam ilgili maddeyi söyleyecekken, Zulüm bastı butona. Vicdan herkese adil olabilmek adına ona da söz verdi.
-       Bir kere her insanın kendi çıkarları var. Belirli bir duruşu var. Hem içinde bulunduğunuz topluluğa uyumdan bahsedeceksiniz, hem onlara ters düşeceksiniz. Hiç kimse içinde bulunduğu düzene ters düşmek pahasına, çıkarlarını riske atmak pahasına haklı olanın yanında olmaz. İşte hayatın gerçeği budur. Önce hayatın adil olmadığını kabul ederek başlarsanız, o zaman başarı kendiliğinden gelir zaten. Dedi.

İnsaf, pis pis sırıtan Zulüm’e baktı. Ciddiyetini hiç bozmadan gözlerinin tam içine bakarak başladı sözlerine.
-       Zulümden korkmayın, çünkü zulmün kendisi korkaktır. Tam tersine üzerine yürüyün. O zaman nasıl kaçacak delik aradığını, nasıl geri adım attığını göreceksiniz. Yeryüzünde hiçbir insan yoktur ki vicdanı olmasın. Siz yılmadan zulmün üzerine gittikçe, kişinin kendi vicdanı ve toplum vicdanı onu er ya da geç alt edecektir. Hiç kimse geçmişinden ötürü zalim olarak anılmak, tarihinde kara bir leke bırakmak istemez. Onun içinde yaptıklarını yalanlar, inkar eder. Burada dikkat edilmesi gereken husus; zulmeden kişilere ya da topluluğa karşı olmak değil; zulüm, haksızlık gibi kavramlara karşı olmaktır. Samimiyet ve tutarlılık bunu gerektirir. Kişiler dizi ve filmlerde olduğu gibi salt iyi veya kötü olmazlar. İnsan; siyah ve beyaz dışında bir sürü renk barındırır bünyesinde. İyi ya da kötü olan davranışlarımızdır. Birbirimizi eleştirirken genelleme yapmaktan kaçınarak, yapılan davranışı, kötü olan kavramı eleştirme cesaretini göstermeliyiz.  Aslında bu söylendiği gibi bir ters düşme durumu değildir. Tam tersi dostane bir uyarıdır. Çünkü zulüm bir bumerang gibi dönüp dolaşıp zamanı geldiğinde kişinin kendisini vuracaktır. Bunun için kişiler yaptığı hatadan dönmeleri konusunda net bir dille uyarılmalıdır. Zulüm karşısında sessiz kalmak zulme ortak olmak ve göz yummak demektir. Hayat adil değil diye şikayet edenler bu adaletsizlikte rol oynamaya devam ede dursun, herkesi eliyle, diliyle, olmadı kalemiyle haksızlığa karşı koymaya davet ediyorum. Vicdanınızın rahat olması için, geçtiğiniz yerlerde temiz izler bırakmış olmanız gerekiyor. Ayrıca bıraktığınız her izin sizden sonra gelecek insanları da etkileyeceğini unutmamalısınız. Dedi.

İnsaf, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; adalet ve gerçekten yana, objektif ve bağımsız olarak hareket eder. Zulmün her çeşidi suç teşkil eder, hiçbir gerekçeyle bağışlanamaz ve zulmeden kişi sorumluluktan kurtulamaz.”

Beşaset; sıcacık gülümsemesiyle en katı kalpleri bile yumuşatır, soğuyan ortamı anında ısıtırdı. Sıra ona geldiğinde herkesin yüzünde samimi bir tebessüm belirmişti bile.
-       Beşaset, güler yüzlü olmak ve hoş bir hale sahip olmak demektir. Beşaset, ruhtaki saflık ve neşenin yüzde parıltısı demektir. İnsan daima güler yüzlü olmalı. Sebebi her ne olursa olsun kimseye karşı çatık kaşlı olmamalıdır. Güler yüzlülük en güzel bahşiş, dinimizde ise sadakadır. dedi.

Öfke hemen butona bastı. Vicdan söz hakkı verdi.
-       Bir kere bu Polyana tavırların, bu çiçek böcek, gel sen burada derdi unut, orman ne güzel ne güzel tavırların beni sinir ediyor. Bence sürekli pişmiş kelle gibi sırıtmanın bir alemi yok. Zeki insanlar genelde ciddi ve asık suratlı olurlar. Sürekli gülümseyen insanlara ne demek istediğimi anlamışsındır herhalde. Dedi.

Beşaset; Öfke’nin bu kırıcı, alaycı ve aşağılayıcı sözleri karşısında bile sevgiyle gülümsedi.
-      Öncelikle şunu söylemeliyim. Toplumda esas zeki insanların iyi huylu, güzel ahlaklı olmalarına ihtiyaç var. Esas erdem; hem zeki hem güzel huylu olabilmektir. Zeki olmak hiç kimseye kendini beğenme, diğer insanları eleştirme ve aşağılama hakkını vermiyor. Gülümsemek, samimiyetten doğar. Gülümsemek kişinin kendisine ve etrafına neşe verir. Ruh halini değiştirir, enerjisini yükseltir. Sizce zeki olmak mutsuz olmak, huysuz olmak, etrafını aşağı görüp sonunda yalnız kalmak, doğadaki güzellikleri göremeyecek kadar kör olmak mıdır? Gözünün önündeki güzelliklere kayıtsız kalmak ve elinin hemen altındaki imkanları kullanamamak daha büyük bir aptallık değil midir? Dedi.

Beşaset, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-     “Kişi; güler yüzlü, hoşgörülü ve yumuşak huylu olmayı bir alışkanlık haline getirmekle yükümlüdür.”

Te’dib, Beşaset’in bu güzel ve öğretici konuşmasından pek bir memnun kalmıştı. Ayağa kalktı.
-       Te’dib, terbiye etmek, edeb ve ahlak değerleriyle yetiştirmek demektir. Terbiye işinde asla gevşek davranılmamalıdır. Kendi çocuklarını güzelce terbiye etmeye çalışmak, her ebeveyn için yapılması gerekli olan bir görevdir. Burada yapılacak en ufak bir dikkatsizliğin zararı; sadece bir aileye, ferde değil, tüm topluma dokunacaktır. Bunun önemini anlatan güzel bir Hadisi Şerif’i sizlerle paylaşmak isterim. “Baba ile ananın terbiye etmediğini, gece ile gündüz (zaman) terbiye eder. Zamanın terbiye etmediğini de, cehennem terbiye eder.” Dedi.

Te’dib, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; sorumluluğu altında bulunan kişileri güzel ahlaki değerlerle terbiye etmekle mükelleftir.”

Kısa bir bekleyiş oldu. Butona basan kimse olmadığı için, sıradaki konuşmacı olarak Teenni ayağa kalktı.
-      Teenni; bir işte acele etmeyip düşünerek hareket etmektir. Elbette vakti gelen hayırlı bir iş için yavaş davranmaya gerek yoktur. Fakat henüz zamanı gelmeyen bir iş içinde acele etmek, pişmanlık doğuracağından doğru değildir.  Dedi.

Aceleci, Teenni ilk cümlesini kurduğunda çoktan butona basmıştı bile. Vicdan söz hakkı vermek için konuşmanın bitmesini bekledi.
-      Daha neler! Bir kere artık her şey hızlı hareket etmeyi ve hızlı karar vermeyi gerektiriyor. Siz ağzınızı açıp öyle bakarsanız, hayata geç kalırsınız. Artık hız önemli. Daha çok yol alabilmek için erken kalkacaksınız. Acele edeceksiniz. Dedi.
 
Teenni:
-       Öncelikle isminize yaraşır acelecilikte olduğunuzu söylemek isterim. Ben vakti gelmiş olan işleriniz için yavaş davranmaya gerek yoktur demiştim. Muhtemelen aceleci tutumunuz yüzünden söylediklerimi tam olarak dinleme fırsatı bulamadınız. En iyisi güzel bir örnek vereyim. Yeni mezun olarak bir iş yerinde işe başladınız. Hırsınızın da tetiklemesiyle yükselme konusunda aceleci davranıyorsunuz. Ancak tüm çabalarınıza rağmen beklentiniz hemen karşılık bulmadı. Aceleci davranmanız işe yaramadığı gibi, kendinizi başarısız da hissetmeye başladınız. Oysa burada en doğru davranış; elinizden geldiğince çok çalışmak, öğrenebildiğiniz kadar çok şey öğrenmek, etrafınızdaki insanların deneyim ve tecrübelerinden faydalanmaktır. Takdir edersiniz ki; bu tedbir ve düşünceli davranış önceki aceleci tutumdan çok daha gerçekçidir. Rasyonel davranışlar sizi boş yere kapılacağınız hayal kırıklıklarından, daha da önemlisi pişmanlıktan koruyacaktır. Kendinize hayatı planlayacak kadar vakit tanımalısınız. Dedi.

Teenni, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi, her yapacağı işte düşünerek hareket eder, yapacağı işleri aceleci davranmadan optimum bir zaman periyodu içerisinde planlayarak yapar.”

Ta’zim şöyle bir sağa sola baktıktan sonra, konuşmak için ayağa kalktı.
-       Ta’zim; saygıya değer bir kimseye, büyük sayıldığını gösterecek şekilde güzel davranmak demektir. İlim, terbiye ve yaş bakımından bizden büyük olanlar elbette takdir edilmeye ve saygı görmeye değerdir. Çünkü örnek teşkil ederler ve etraflarına değer katarlar. Dedi.

Ta’zim, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; kendisinden yaş, bilgi ve terbiye olarak üstün olan kişilere saygı gösterir. Kendisinden küçük olanlara ise sevgi gösterir.”

Yine butona basan biri çıkmadı. Bunun üzerine Tefe’ül ayağa kalktı.
-      Tefe’ül, bir şeyi uğur saymak, bir olayı bir hayrın başlangıcı görmektir. Bu güzel bir zan işi olduğundan iyidir. İnsan hayırlı sözler söylemeli, kötü ve uğursuz sözlerden kendini korumalıdır. Dedi. 

Tefe’ül, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-       “Kişi, her şeyi ve her olayı hayra yorar. Sevmediği şeyleri ve olayları ise kötüye yorarak uğursuz ve uğursuzluk şeklinde tanımlamaz.”

Kuruntu bu maddeden sonra butona bastı.
-      Bir kere herkesin de bildiği üzere her şey olumlu ya da güllük gülistanlık değil. Bir tarafta totemler, uğurlu sayılan şeyler var. Ama diğer tarafta uğursuzluk olduğu düşünülen şeyler de var. Bir kere bunlar boşuna uğursuzluk işareti olarak yorumlanmıyor herhalde. İnsanlar başlarına olumsuzluklar geliyor ki bu kanıya varıyor. Öyle değil mi? Diye sordu.

Tefe’ül:
-       Ben de ne zaman butona basacaksınız diye merak ediyordum. Konuşmanızda doğru olan şeylerle, yanlışları aynı pakette sunuyorsunuz. Kişinin uğur ya da totem olarak ilan ettiği şeyler dikkat ediyorsanız kişiden kişiye değişiyor. Kısacası bu şeyleri ve/veya olayları uğurlu yapan kişinin onlara duyduğu inançtır. Sonuçta bir şeyin uğurlu olduğunu düşünüyorsanız ve ondan güç alıyorsanız, bu size başarıyı getiriyorsa bunda bir sakınca yoktur. Aşırıya kaçarsanız o başka. Uğursuzluk algısı da kişiden kişiye değişir. Her ne kadar bir sürü şey batıl inanç olarak tanımlansa da; kişiler bunların arasından bazılarını seçip, takıntı haline getirirler. Kısacası bir şeyi ve/veya olayı uğursuz yapan kişinin ona olan inancıdır ki; bu aslında olumsuzluğa götüren bir kuruntudan ibarettir. Var olmayan kehaneti gerçekleştirmektir. Kendinizi olumsuza, başarısızlığa götürebilecek bir şeyi neden gerçeğiniz haline getiresiniz? Bu size ne gibi bir yarar sağlayabilir? Dedi.

Tefe’ül’ün yerine oturması sonrasında Tefekkür ayağa kalktı.
-      Tefekkür; düşünmek ve bir iş üzerinde fikir geliştirmek demektir. Yüce Allah’ın kudretinin ispatı olan varlıkları düşünmeye dalmak bir ibadettir. Birçok maddi-manevi buluşlar, yükselmeler, ilerlemeler hep Tefekkür (düşünme) sayesinde olmuştur. Dedi.

Gaflet bastı butona. Söz hakkı verildi.
-       Hindi gibi düşünmenin ne anlamı var ki. Bence hayatın tadını çıkarmak dururken tam bir zaman kaybı. Herkes bilim adamı, felsefeci olacak değil ya? Açıkçası ben gerek görmüyorum. Yemeği, içmeyi, gezmeyi, eğlenmeyi tercih ederim. Ben almayım. Dedi.

Tefekkür:
-      Aslında böyle yaşayarak da hayatta kalabilirsiniz. Tıpkı otlar ve hayvanlar gibi. Oysa biz farklı yaratıldık. Bizlerin düşünme, değerlendirme, karar verme gibi özelliklerimiz ve ayrıcalıklarımız var. Yüce Allah, insanların yarattıkları üzerine düşünmesini istemiştir. Bunun için bilim adamı ya da felsefeci olmanız gerekmiyor. Farkında olmanız ve bilinçli olmanız yeterli olacaktır. Karmaşık düşünce sistemlerine gerek olmadan basit düşünerek de sonuca ulaşabilirsiniz. Bazen basit düşünmek size hız kazandıracak, burnunuzun ucundakini görme imkanı sağlayacaktır. İnsan hangi işi ya da mesleği yapıyor olursa olsun, işini daha planlı yapmak, daha hızlı yapmak ve daha iyi yapmak üzerine kafa yormalıdır. Dinimize göre bir gününüz bir sonraki gününüzle aynı olmamalıdır. Her gün ilerlemek üzerine düşünmeli ve gelişmek için çaba göstermelisiniz. Hele ki bu bilgi ve teknoloji çağında gelişim ve ilerleme konularında pek de bahaneniz kalmıyor. Bilgiye kolayca erişebiliyorsunuz. Ancak önemli olan doğru bilgiye ulaşmanız, onu biriktirmeniz, hazmetmeniz, harmanlamanız ve nihayetinde yorumlamanızdır. Bu da zaman ister. Dedi.

Tefekkür, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-       “Kişiler, yaptığı işleri geliştirmek için üzerinde düşünmek, fikir üretmek ve emek harcamakla sorumludur.”

Tevazu ayağa kalktı:
-       Tevazu; kendini büyük görmemek, bulunduğu dereceden daha aşağı derecede saymaktır. Tevazu sahibi kişiler kendilerini övmezler, sahip oldukları maddi ve manevi unsurları belirtme gereği duymazlar. Özünde asil kimselerdir. Dedi.

Ego bastı butona.
-       Diyelim ki zenginsin. Şimdi kendin söylemesen de giydiğinden, evinden, bindiğin arabadan kabak gibi belli olur durumun. Yani zengin olan kendini bir şekilde gösterir. Sonra mevkiin, bulunduğun konum. Yani sen söylemesen de herkes bilir ya da eninde sonunda öğrenir. Söyleyip söylememen neyi değiştirecek ki. Saçma! Herkes kendini, özelliklerini, dış görünüşünü, sahip olduklarını beğenir. Doğal olarak da bunları dillendirmek ister. Dedi.

Tevazu:
-      Bildiğiniz gibi her ne kadar bulunduğunuz konumu korumaya çalışsanız da; ne zenginlik, ne güzellik, ne de makam kalıcı değil. Temelinizi bu geçici özelliklere dayandırırsanız, yokluklarında hayal kırıklığına uğrarsınız ve yıkılırsınız. Kişinin kendini anlatma ve övme çabası boşa bir çabadır. Karşınızdaki kişiler söylediklerinize değil; davranışlarınıza, yaptıklarınıza bakarlar. Kendini övme çabası sırasında abarttığınız her özellik davranışınızla ya da mevcut durumunuzla çelişir. Bu da sizi başkalarının gözünde yalancı ve komik duruma düşürür. Her zaman sizden daha zengini, daha güzeli, daha başarılısı vardır. Asil, kendine güvenen, kişilik sahibi kimseler karşısındaki kişiyi sahip olduğu geçici şeylerle, ya da kendini anlatma çabasıyla etkilemeye çalışmaz. Doğal ve samimi davranır, kişilikleriyle ön plana çıkarlar. Böyle bir davranış şekli size karşınızdakini gerçek yüzüyle, doğru biçimde tanıma imkanı sağlar. Size bir örnek olay anlatayım. Üniversitede ordinaryüs olan bir hocam vardı. O zamanlar üniversitede en yüksek unvan Ordinaryüs idi. Hocam pek mütevazi, nevi şahsına münhasır bir karakterdi. Zengin olmasına karşın, yıllarca aynı çantayı kullandı. İsraftan kaçındığı için yıpranan emektar çantasını sağına soluna yama yaparak, kullanmaya devam etti. Ehliyeti olmasına rağmen araba satın almadı. İnsanların arasında olmayı çok sevdiği için hep toplu taşıma araçlarını kullandı. Benim kendi arabam olmasına rağmen, o gün üniversiteye onunla aynı otobüse binip gelmeye karar verdim. Hocam otobüse tam biniyordu ki; şoför hocamı şöyle bir süzdü. Belli ki kılığını pek beğenmemişti. “Paran yoksa otobüse binme.” dedi. Çok sinirlendim şoföre. Öne atıldım. Hocam geri çekti beni. Cebinden biletini çıkarıp, uzattı. Hiçbir şey söylemeden yanıma oturdu. Üniversitede son durağa geldik. Biz tam inerken şoför alaylı bir tavırla: “Eeee, sen neden buraya geldin ihtiyar?” dedi. Hocam tebessüm etti ve “Burada, üniversitede çalışıyorum.” Dedi.  Kahkahayı patlattı şoför. “Yahu senin gibi yaşlı adam ne iş yapar burada ki?” Dedi. Hocam hiç bozuntuya vermedi. “Bana ordinaryüs diyorlar.” Dedi. Bu yanıt karşısında şoförün nasıl toparlandığını ve nasıl bozulduğunu hala anımsarım. Umarım bu kadar gevezelik etmek konunun anlaşılması için yeterli olmuştur. Dedi.

Tevazu, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; her zaman ve her yerde mütevazi hareket eder. Kendini olduğundan üstün görmez. Kendisini anlatma çabasına girmez.”

Tevekkül ayağa kalktı.
-       Tevekkül; Allah’a güvenmek, kulluk görevini yaptıktan sonra başarıyı Allah’tan beklemek ve insan gücünün yetişemediği şeyleri Yüce Allah’a bırakıp ümitsizliğe ve üzüntüye düşmemektir. Bir mümin bilir ki; herhangi bir işin elde edilmesi için, sadece sebeplerin varlığı yeterli değildir. Allah’ın dilemediği bir iş hiçbir zaman meydana gelemez. O’nun dilediği bir şeyi de hiç kimse engelleyemez. Bununla beraber tevekkül sebeplere sarılmaya engel değildir. Yüce Allah olayları birer sebebe bağlamıştır. Bu konuda ilahi kanunlara uymak gerekir. Peygamber Efendimiz, devesini bir şeye bağlamaksızın dışarıda bırakıp gelen Amr İbni Umeyye’ye şöyle buyurdu: “Deveni bağla da tevekkül et.” Bu hikayeden anlaşılacağı üzere; doğru olan gerekli tedbirleri aldıktan sonra teslim olmaktır. Dedi.

Tevekkül, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; yaptığı işlerde kurallara uygun hareket eder, emek harcar sonrasında Allah’a teslim olup tevekkül eder. Sonucun istediği gibi gerçekleşmemesi durumunda isyan etmek yerine sabreder ve hayra yorar.” 

Butona kimse basmadı. Kısa bir bekleyişten sonra Sebat ayağa kalktı.
-       Sebat; sözde durmak, verilen sözü yerine getirmek, bir işte, bir inançta veya düşüncede kararlı bulunmak demektir. Bu nedenledir ki; “Kararlı olanlar, başarılı olur.” derler. Sebat, başarının bir şartıdır. Hayırlı ve doğru işlerde sebat etmek bir erdemdir. Bunun aksine boş şeylerde kararlılık göstermek ise; gerçeği görmezden gelmekten, aptallıktan başka bir şey değildir. Dedi.
Sebat, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-       “Kişi; hedeflerine ulaşmak için düşünceleri, inançları ve amaçları doğrultusunda azim ve kararlılıkla çalışmalıdır.”

Cud ayağa kalktı.
-       Cud; cömert davranmak, insanlara ihtiyaçlarını bildirmelerine fırsat vermeksizin bağışta ve ikramda bulunmaktır. Verilmesi uygun şeyleri, uygun yerlere kolayca vermek huyudur. Cud; insana çok yakışan iyi bir huydur. Dedi.

Cimrilik bastı butona. Vicdan söz hakkı verdi.
-      Daha önce kadim dostum Paragöz duygularıma tercüman olmuştu. Ama ben de birkaç şey eklemek isterim. İkram etmekten bahsettiniz. Açıkçası herkesin parası pulu var.  Kimse kimseye eziyet etmesin. Sohbete varım, eyvallah. Ama kimse için ikramda bulunamam. Bana gelen evinde yesin, içsin gelsin. Herkes kendi hesabını ödesin, Alman usulü. Durumu yoksa otursun evinde. Kim kime ikramda bulunuyor ki artık. Herkes kendi kendine ancak yetiyor. Hem gidin markete. Her şey ufaldı. Artık tek kişilik yaşıyoruz. Tencereler de ona göre tek kişilik. Dediğim gibi gülüp, eğlenmeye varım. Ama öyle kimsenin yükünü çekemem. Dedi.
 
Cud, dikkatle dinledi.
-       Peygamber efendimiz (asm) şöyle buyururlar: “Cömert kimsenin yemeği şifadır. Cimri kimsenin yemeği de hastalıktır.” İkram etmekten, fedakarlık etmekten kaçınıyorsunuz. Elbet karşınızdaki kişilerde sizin kendilerine karşı davranışınıza bakarak sizin yaptığınız yanlışa düşüyorlardır. Yani siz hastalığınızı toplum içinde yayma özelliğine de sahipsiniz. Paylaşmanın, ikram etmenin, yardım etmenin huzurunu belki de hiç yaşayamayacaksınız. Saklayıp turşusunu kurmaya çalıştığınız neler neler bozulmuştur, kırılmıştır da atmışsınızdır. Sırf başkasına vermemek için ne çok israfa yol açmışsınızdır. Ben de size bir örnek anlatayım. Benim çok cömert bir ananem vardı. Ananemin evi yaz, kış her gün yolgeçen hanı gibiydi. Evi komşularla, akrabalarla dolup, taşar. Her gelen için sofra kurulur, güler yüzle ikramda bulunulurdu. Ben o zamanlar küçüktüm. Biz ananeme ancak yazları gidebiliyorduk. Yazın okulların tatil olmasıyla birlikte ananemin evi daha bir kalabalık, daha bir yoğun oluyordu. Çocukken bile onun elinin bereketine ve lezzetine hayret ederdim.  Şimdi düşündüğümde daha çok hayret ediyorum. Ananem ve dedem yoksullardı. Kimseden yardım almayacak kadar onurluydular. Evine her gün yiyecek bir şeyler girmesi mümkün değildi. Hala mutfak hesabının içinden çıkamam. O kadar çok sayıda kişiyi her gün tıka basa doyurarak mutlu mesut nasıl uğurluyordu? Bir de o hengamede biz çocukların yanına gelir. Evcilikte kullanmamız için tabaklarda fındık, fıstık, şekerleme getirirdi. Gönlünü hoş etmeden kimseyi bırakmazdı. Büyüdüm ve ananemi kaybettik. Ben bir daha öyle kalabalık bir cenaze görmedim. Sanki benim ilkokul mezunu, ev hanımı, evden dışarıya doğru dürüst çıkmayan ananemi değil de ünlü birini yolcu ediyorduk. Tanıdık, tanımadık bir sürü insan vardı. Ağlamayan ve anısını anlatmayan kalmadı. Ananemi öve öve göklere çıkarıyorlardı. Şimdi düşünüyorum da; sanırım bu bir insan için elde edilebilecek en güzel mükafattır. Dedi.

Cud, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-       “Kişi; misafirlerine güler yüzle ikramda bulunur. Muhtaç kişilere istemelerine fırsat vermeden yardım eder.”

Hıfz-ı Lisan ayağa kalktı.
-      Dili gereksiz sözlerden koruyup ihtiyaçtan fazla söz söylememek halidir. Akıllı olanlar çoğu zaman susarlar. Susmak çok güzel bir şeydir. Yeter ki; bir hakkın kaybolmasına veya bir gerçeğin yanlış anlaşılmasına sebebiyet vermiş olmasın. Dedi.

Geveze hemen butona bastı.
-      Ne için konuşmaktan vazgeçelim. Bir kere konuşmak en temel ihtiyaç. İnsan kendisine nasıl ve neden engel olsun? Ben şahsen konuşmayı çok severim. Konuşacak o kadar çok şey var ki; mesela dün uzun süredir görmediğim arkadaşlarımla buluştum. Bir arkadaş inanılmaz kilo vermiş. Yüzünü dönene kadar onu tanımadım. Nasıl değişmiş. Giysilerini de yenilemiş tabi, çok şık giyinmişti. Bir iltifat aldı. İnanamazsınız. Sonra nazara geldi. Bir bardak vişne suyu üzerine dökülüverdi. Benim nazarım değmez. Çünkü etrafıma hep olumlu enerji yayarım. Neyse. Uzun uzun konuştuk. İşyerindeki sıkıntılarımızdan, eşlerimizden bahsettik. Çekiştirdikçe bir rahatladık, resmen deşarj olduk. Dedi.

Bu konuşma uzayıp giderken, vicdan dayanamadı:
-      Geveze, konumuzdan biraz uzaklaşmış durumdayız. Konu ile ilgili görüşlerini söyler misin? Konuyu dağıtmadan lütfen. Dedi.

Geveze:
-      Yani demek istediğim. İnsanların bir araya gelince konuşabileceği o kadar çok konu var ki. Mesela kadınlar için moda, kilo sorunları, çocuklar, eşler, ev dekorasyon vb. Erkekler için futbol, arabalar, vb. Sonuçta biz sosyal varlıklarız. Değil mi ama? Dedi.

Hıfz-ı Lisan:
-       Açıkçası söylediklerinize pek katılmıyorum. “Aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz.” Derler. Eminim size izin versek saatlerce konuşabilirsiniz. Eminim bu boş konulara ilave edeceğiniz bir sürü konu daha vardır. Dedikodu yapmanın size ya da etrafınızdaki kişilere katkısı olacağını düşünmüyorum. Bunlar boş laflar. Oysa konuştuğunuz konular karşınızdaki insana nasıl biri olduğunuz hakkında fikir verir. Dedi.

Hıfz-ı Lisan, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; düşünerek konuşur, kelimeleri israf etmez, gereksiz yere konuşmaz.”

Hikmet ayağa kalktı.
-      Hikmet; ilim ve amelin birleşmesinden meydana gelen yüksek bir sıfattır. Bilmeyen veya bildiği ile amel etmeyen kimse hikmet sahibi değildir. Her şeyin aslını öğrenmek için edinilen bilgiye Hikmet denir. Adaba, ahlaka, öğütlere ait güzel sözlere ve fıkralara da hikmet denir. Hikmet sahibi olan insanda zeka, ezberleme, güzel düşünme, kolaylıkla öğrenme, açık zihin, iyi anlayış, ve kavramları hafızada tutma gibi duygular belirir. Dedi.

Hikmet, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; amellerini ilmi ve bilgisiyle süsler.”

Kimseden bir talep gelmeyince Hilm ayağa kalktı.
-      Hilm; şiddete sabredip tahammül etmek, öfke ateşini söndürmek ve nefsi heyecandan korumaktır. Yerinde yapılan böyle bir davranış büyük bir erdemdir. Dedi.

Kızgınlık butona bastı. Vicdan söz hakkı verdi.
-      Haksızlığa ve adaletsizliğe karşı da mı öfke duymayacağız? Haklı olanı savunurken ve adaleti isterken elbette bir öfke duyarsınız. Bu bir insanlık özelliğidir. Dedi.

Hilm:
-      Kesinlikle haklısınız. Akla uyarak haksızlığa karşı olan bir öfke iyidir. Ancak kızgınlık ve darılma hali haksız yere olursa bu bir kusurdur. Aradan zaman geçip kişi durumu fark ederse pişmanlık hisseder. “Öfkeyle kalkan, zararla oturur” diye güzel bir sözümüz de var. Olayları enine boyuna irdelemeden, emin olmadan öfkeyle hareket etmek bazen bizi mahcup duruma düşürebilir. Dedi.

Hilm, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-       “Kişi; bazen hak ararken ya da adaletsizliğe karşı tepki olarak öfke duyar. Ancak öfkesini kontrol altında tutmalı ve öfkesinin mantığının önüne geçmesine engel olmalıdır.”

Haya ayağa kalktı.
-       Haya; utanma, hicab, ar, namus manalarına gelir. Çirkin şeylerden nefsin daralması, edebe aykırı bir işin meydana çıkmasından dolayı kalbin duygulanıp sıkıntı içinde kalması demektir. Bunun eseri hemen yüzde belirmeye başlar. Dedi. 

Utanmazlık butona bastı. Vicdan söz hakkı verdi.
-       Bir kere şu hayatta utanılacak ve pişman olunacak bir şey olduğunu düşünmüyorum. Her şeyi denemek gerek. Yaptıktan sonra da pişman olmanın bir anlamı yok. Deneyim ve tecrübe olarak değerlendirmek lazım. Hiçbir şeyi sıkıntı etmeyin, rahat olun. Olan olmuş ne de olsa. Bir kere bir düşünün çocukken ayıp, utanma yoktu. İçimizden geldiği gibi rahat ve özgür hareket edebiliyorduk. Tüm bu utanma, sıkılma gibi şeyler toplumla beraber, sonradan öğrenilerek ortaya çıktı. Bu düşünceler bizim gelişimimizi hep engelledi. Kendimiz gibi davranamaz hale geldik. Bilinçaltımıza yerleşen bu yasaklar, engeller bizde önyargılar geliştirdi. Oysa bir toplumun ahlaki değerlerinin yasakladığı bir şeyin başka bir toplumda hiçbir önemi yok. Önemi olmayan toplumlara bakıyorsunuz. Oradaki bireyler daha özgüvenli, daha özgür, daha mutlu ve her şeyden önemlisi kişilik sahibi. Dedi.

Haya yanıt verdi.
-       Çocukken saf, masum ve doğaldınız. Yaptığınız hareketlerinizin içinde hesap kitap yoktu. Aslında ahlaka aykırı davranışlarınız da yoktu. Bu yüzden bebekleri, çocukları severken ne kadar temiz, ne kadar masum diye düşünürsünüz. Demem o ki; çirkin davranışlar, kötü huylar sonradan öğreniliyor. Kişi yanılıp yanlışa düştüğünde; hemen vicdanı onu uyarıyor ve utanma duygusu hissediyor. Bu duygu; kişinin aynı hatalı davranışı tekrarlamaması için bünyesinde bulunan bir otomatik fren sistemidir. İyi huylar ve güzel ahlak her insanın özünde vardır. Doğumunda bu güzelliklerle bezenmiştir. Kötü huyları ise hayatına sonradan öğrenerek dahil etmiştir. Kişinin nefsi ve şeytan bu katkıyı sağlayan başrol oyuncularıdır. Yanılıp nefsinize ve şeytana uyduğunuzda hemen fren sistemi devreye girer. Yaptığınızın yanlış olduğunu içten içe hissedersiniz. Huzursuzluk çöker üstünüze. Zaten vakti gelince hatalı davranışlarınızın cezasını çektiğiniz bir senaryo yaşarsınız. Emin olun bunun için mahalle baskısına ihtiyacınız yok. Tamamen özgür olduğunuz bir ortamda bile olsanız, tek başınıza kaldığınızda bu pişmanlığı ve hayayı kalbinizin derinliklerinde hissedeceksiniz. Bu insan olmanızın bir gereğidir. Hayasızlık, insanı insanlıktan çıkarır ve hayvanlardan daha aşağıya düşürür. Diğer bir fren sistemi ise toplumdur. Dünyanın neresinde olursanız olun; iyi insan olmak benzer başarı faktörleriyle, vicdani değerlerle ölçülür. Dürüst olmak, adaletli davranmak, muhtaçlara yardım etmek, nazik olmak, insanları sevmek, güler yüzlü olmak vb. Söz konusu ahlaki değerlerin önem derecesi toplumdan topluma farklılık gösterebilir. Bu değerlere uyulmamasının farklı toplumlarda farklı yaptırımları olabilir. Bazı toplumlar; ahlaki değerlerine aykırı davranan kişileri dışlar, bazıları kınar ve ayıplar, bazıları ise öldürebilir. Bu kişiler cezalandırılacaklarını bildikleri için topluma aykırı hal ve hareketlerini gizlerler. Böylelikle ahlaksızlığın yanı sıra yalancılık ve ikiyüzlülük de baş gösterir. Durum öğrenildiğinde ve duyulduğunda; içinde bulunduğu toplum onu cezalandırır. Eğer toplum kişiyi kazanmak adına bir çaba göstermezse, kişi damgalanarak toplum dışına itilirse, bu kişi yaptığı yanlışı sürdürmeye devam eder. Tam tersi bir durumu İngiltere’den örneklendirmek isterim. İngiltere gelişmiş, çağdaş bir toplum olarak bilinmektedir. Caddelerinde, sokaklarında uyulması gereken kurallar vardır, insanlar buna uyarlar ve sistem tıkır tıkır işler. Ancak ahlaki değerler konusunda aynı özeni göstermezler. Bu konuda bireyleri özgür bırakırlar. Bu öyle bir özgürlüktür ki cinsellik, alkol ve uyuşturucu madde kullanımı, hamile kalma yaşı çok küçük yaşlara inmiştir. Zavallı çocuklar oyun sandıkları birçok şeye küçük yaşta maruz kalmışlardır. Aileler ise çocuklarına karışmamayı sürdürmektedir. Kısacası başıboş bırakılan ahlaki sistem çökmüştür. Bu konunun geciken çözümü için televizyonlarda hem ailelere, hem de küçük çocuklara yönelik eğitici ahlak dersleri yayınlanmaya başlamıştır. Ahlak dersleri okullarda ders olarak okutulmaya başlanmıştır. Bu örnekle beraber, üniversitede Davranış Bilimleri dersi hocamın yaptığı etkileyici konuşma geldi aklıma. Hocam: “Bana kirleniyoruz diyorsunuz. Bana insanlık öldü diyorsunuz. Öyle bir şey söylüyorsunuz ki sanki sizin dışınızda her şey kötü, herkes yanlış. Hayır! Öyle değil. Siz de bu pisliğin bir parçasısınız. Böyle sıyırılamazsınız sorumluluktan. Ülkenizde, dünyada yapılan her kötülükte, ahlaksızlıkta, her vahşette sizin de payınız var. Hiç olmazsa ikiyüzlülüğünüzün ve umursamazlığınızın payı var. Toplum olarak elinizi vicdanınıza koymalısınız. Bir yerde bir yara görünce görmezden gelmek yerine onu sarmalısınız ki kangren olmasın. Ahlaki değerleriniz zengin, fakir; güçlü, güçsüz; ünlü, ünsüz ayırt etmemeli. Herkes için olmalı.” Demişti. Burada toplum olarak yapılması gereken en doğru şey, çocuklarımızı sadece ilimle değil, ayrıca ahlaki ve dini değerlerle birlikte yetiştirmektir. Bunun için şüphesiz en önemli görev anne- babaya düşmektedir. Çocuklarımızın gözlerindeki ışığın (nurun) sönmesine gönlümüz razı olmamalı. Onları hayırlı evlatlar olarak yetiştirmek için bilinçlendirmeli ve ahlaki konularda eğitmeliyiz. Sevgi ve desteğimizle daima yanlarında olmalıyız. Etrafımıza karşı da duyarlı olmalı, karşımızdakinin yanlışından kendimiz utanabilmeli, arkasından konuşmak ya da alay etmek yerine, o kişiyi uygun bir dille uyarabilmeliyiz. Dedi.

Haya, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-     “Kişi, hem kendisinin hem de başkalarının yaptığı edebe aykırı tavır ve davranışlardan aynı derecede utanç duyar. Kendi yaptıklarından pişmanlık duyar ve onları bir daha tekrarlamaz. Başkalarını ise uyarır.”

Bu kez ayağa kalkan Hayır’dı. Hayır’ın içine hiçbir çeşit kötülük işlemezdi. Üzerine sıçrayan kötülükleri şöyle bir eliyle çırpması yeter de artardı bile.
-      Hayır; iyilik demektir. Her helal olan mal ve yarar da bir hayırdır. Allah’ın ihsanıdır. Allah rızası kazanmaya sebep olan her güzel iş bir hayırdır. Herkes için iyilik istemek ruhun temizliğinden ileri gelir. Bütün hayır işleri, hayırseverliğin bir eseridir. Dedi.
 
Kötülük butona bastı.
-       Sanırım örnek vermek daha etkili ve açıklayıcı oluyor. Ben de öyle yapacağım. Mesela konum olarak sizden üstün, varlık olarak sizden zengin, ruh hali olarak sizden mutlu olan bir arkadaşınız veya akrabanız var diyelim ki. Bu insanla bir araya geldiğinizde rahatsızlık hissetmeniz, kendinizi aşağı hissetmemeniz mümkün müdür? Böyle hissetmiyorum diyen varsa yalan söyler. Herkesi samimiyete davet ediyorum. İçinizden umarım benim halime düşersin diye geçer. Ya da onun sahip olduklarına ben sahip olsaydım çok daha iyi durumda olurdum dersiniz. Dedi.

Hayır bu sözlere çok üzüldü.
-      Bahsettiğiniz kıskançlık ve kompleks kötülük örneklerinden biridir. Kıskanç bir insana acımamak elde değil. Çünkü kıskanç insan ateşten bir gömlek giymiş gibidir. Kıskançlığı en çok kendisine zarar verir. Bu hem maddi, hem manevi zararları olan bir ruh hastalığıdır. Bunun yanı sıra başkasının elde ettiği bir nimetin benzerine kavuşmayı istemek kıskançlık değildir. Bu imrenmedir. Güzel bir özelliğe, iyi bir alimin ilmine de imrenebilirsiniz. İmrenme ve kıskançlık arasındaki ince çizgiyi başkasının kötülüğünü isteyip istememeniz belirler. Dedi.

Hayır, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; iyi insan olma hedefini gerçekleştirmek için her zaman iyilik düşünür, iyilik yapar.”

Dostluk ayağa kalktı.
-        Dostluk; iki ve daha çok kimseler arasında meydana gelen samimi bir sevgi ve bağlılık demektir. Allah için olan dostluk sonsuza dek devam eder. Dünya için olan dostluk da bir akan yıldız gibi parlayıp söner. Dedi.

Düşmanlık butona bastı.
-       Bir kere size kötülük eden birine de “Ah canım ne iyi yaptın” diyecek halimiz yok herhalde. Bize kötülük edene kısasa kısas aynı dille cevap vereceğiz herhalde. Şöyle bir köşeye sıkıştırın, bakın bakalım bir daha yapıyor mu? Hani adaletten yana olacaktık? Hani haksızlığa karşı koyacaktık? Niye bize taş atana biz çiçek atıyoruz ki, anlayamadım. Elimiz armut mu topluyor? Dersini vermek gerek. Hele hele bana kötülük eden birinin başına bir iş gelsin. Oh, işte o zaman değmeyin keyfime. Ne eğlenirim, ne mutlu olurum. Dedi.

Dostluk, kendisine bakan nefret dolu gözlere uzun uzun baktı.
-       Birisi size bir kötülük yaptı. Siz de aynı şekilde veya fazlasıyla karşılık verdiniz. Bu davranışınız kin ve nefreti besler. O kişi muhtemelen size bir daha kötülük yapacaktır. Siz yine cevap verirsiniz. Bu kısır döngü sürüp gider, birbirinizden hırsınızı bir türlü alamazsınız.  Yapılanlar unutulmaz daha çok kinlenirsiniz, daha çok düşmanlık edersiniz. Öyle bir an gelir ki; yüz yüze bakamaz, aynı ortamda oturamaz hale gelirsiniz. Oysa olay çığırından çıkmadan engel olma şansınız vardı. Seçiminizi dostluktan yana yapabilir, karşınızdaki kişinin uçuruma sürdüğü o arabaya binmeyebilirdiniz. Düşmanlığa iyilikle karşılık verdiğinizi düşünelim. Bu tutumunuzu da karşınızdakinin olumsuz davranışlarına rağmen sabırla sürdürdünüz. Bu durumda karşıdaki kişi davasından vazgeçer ve bir müddet sonra kendi vicdanına yenik düşer.  Bununla ilgili ülkemizde de pek çok örnek bulunmaktadır. Örneğin; sağ-sol çatışmaları, türk-kürt sorunu, kan davaları… Bu olayları değerlendirirken her iki tarafında birbirini kanattığını unutmamak gerekir. Bu olaylarda kin ve nefret beslendikçe beslenmiş, artık sağlıksız bir obez haline gelmiştir. Eğer düşmanca tutumlar yok sayılmadan, hoşgörüyle ele alınıp, sarpa sarmadan çözümlenirse; canlar yanmaz. Eskiden dış mihraklar, koynumuzdaki yılanlar denirdi. Ne hikmetse onlar bozarlardı araları, olayları onlar çıkarırlar ve ülkeyi karıştırırlardı. Oysa insanlar sırt sırta verdiğinde aralarını kimse bozamaz, oyuna gelmezler. Hiçbir fesat, hiçbir düşmanlık dostluklarını etkilemez. Dostlar; “O benim için öyle bir şey söylemez” der. “Onu tanırım, öyle bir şey yapmaz. Aramızı mı bozmaya çalışıyorsunuz?” Der. Gelelim başkasının üzüntüsünden ötürü sevinmeye. Adalet ve haksızlıktan bahsediyorsunuz. Eğer bu kavramlara olan inancınızda samimi iseniz bu kavramların size düşmanlık eden kişiler için de geçerli olduğunu bilirsiniz. Üzücü bir olaya sevinmeniz, bununla eğlenmeniz sizi zalim yapar. Hem mutluluğunuzu başkasının mutsuzluğuna bağlamanız ne kadar da acınacak bir ruh halidir. Allah’ın bu konudaki adaletini gösteren güzel bir hadis-i şerifi paylaşmak isterim. “Kardeşinin kötü haline sevinme; sonra Allah ona merhamet eder de, seni belaya düşürür.” Dedi.

Dostluk, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; iyi bir dost olur ve kendisi gibi iyi dostlar edinir.”

Zikir ayağa kalktı.
-       Zikir; anmak ve hatırlamak anlamındadır. Yüce Allah’ın kutsal isimlerini anmak dinimizce vacip olan bir görevdir. Yüce Allah’ı zikretmek, ya büyüklüğünü düşünmekle olur ki; bundan yüceltme meydana gelir. Ya da Allah’ın sonsuz gücünü düşünmekle olur. Bundan da korku ve hüzün doğar. Bir de nimetlerini anmakla olur ki; bundan şükür ve hamd meydana gelir. Yahut pek acayip ve üstün olan eserlerini düşünmekle olur. Bundan da uyanma ve ibret alma yüz gösterir. Dedi.

Zikir, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; Allah’ı her gün zikreder, böylelikle kalbini boş bırakmaz.”

Zikir konuşmasını bitirdikten sonra söz isteyen kimse olmadı. Sıra Rıfk’taydı.
-       Rıfk; yumuşaklık, yavaşlık, nezaket ve tatlılıkla iş yapmak, sonu güzel olan bir şeye güzelce boyun eğmek anlamındadır. İnsan, yumuşaklık sayesinde en güç neticeleri bile elde edebilir. Dedi.

Kabalık butona bastı. Vicdan söz hakkı verdi.
     Katılmıyorum. Bir kere sözünü esirgemeyeceksin. Dobra dobra olmak gerek. Bence bu bir dürüstlük göstergesidir. Hem dürüst olalım diyoruz hem doğruları söylemiyoruz. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Bu ikiyüzlülük değil de nedir? diye sordu.

Rıfk hemen yanıtladı:
-       Söylediğiniz her sözün doğru olması dürüstlük gereğidir. Ancak her doğru her yerde ya da her zaman söylenmez. Dobra dobra olacağım derken patavatsızlık yapmış, kalp kırmış olursunuz. Kavak bile dik ve doğrudur ama rüzgar esince esner. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” derler. Bir sözü söyleyiş üslubunuz, söylediğiniz söz kadar önem taşımaktadır. Eğer doğru bir üslup kullanırsanız, karşınızdaki karşılığı da olumlu olacaktır. Buradaki püf nokta; nezaketli, saygılı, yumuşak bir dil kullanmanızdır. dedi.

Rıfk, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; konuşurken yumuşak, nazik ve tatlı bir dil kullanır.”

Sa’y ayağa kalktı.
-       Sa’y; çalışmak, bir amacın elde edilmesi için gereken gücü harcamaktır. Kişi emek harcadığı kazançtan zevk alır, ancak bu kazancın bereketini görebilir. Dedi.

Miskinlik butona bastı. Butona basma konusunda gösterdiği gayret takdire şayandı.
-      Bir kere şahsen çalışma gereği duymuyorum. Armut pişer ağzıma düşer. Aç değilim açıkta değilim. Babadan, anadan kaldı bir şeyler. Onları sattım, faiz geliriyle geçinip gidiyorum. Çalışmak şöyle dursun, gezmeye bile üşeniyorum bazen. Azıcık aşım, kaygısız başım. Piyango ve diğer şans oyunlarını hep oynarım. Bir gün kesin bana çıkacak. Umudumu hiç kaybetmem. Yani hayat bana güzel. Bence zengin olsa kimse çalışmaz. Çalışmak ihtiyaçların karşılanması için gerekli bir mecburiyettir. Dedi.

Sa’y yanıt verdi.
-       Tembellik, gevşeklik, umursamazlık, miskinlik gibi özellikler dinimize aykırıdır. İnsan hak olan şeyleri elde etmek için düzenli bir çalışma ve gayret sahibi olmalıdır. Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “İnsan için çalıştığından fazlası yoktur.” Piyangodan, şans oyunlarından, faizden gelir elde eden kişilere baktığınızda; kazançlarının bereketinin olmadığını görürsünüz. Çoğu batmıştır, türlü türlü sebeplerden ötürü paraları eriyip gitmiştir. Hiçbiri zengin olamamış, hayırsız para suyunu çekmiş, göz açıp kapayana kadar bitmiştir. Oysa kişinin üreterek, emek harcayarak, alın teriyle kazandığı her kuruş helaldir, kıymetlidir. Değerini yitirmediği gibi, bereketlenir. Eğer dediğiniz gibi kişiler zengin olduklarında çalışmasaydı, zenginler çalışmazdı ki gerçek böyle değil. Tam tersine zenginler çalışmaktan vazgeçmiyorlar. Çünkü çalışkanlık için zengin, fakir gibi bir ayrım yoktur. Çalışma, üretme, bir işe yarama arzusu insanlar için bir ihtiyaçtır. Dedi.

Sa’y, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-       “Kişi; hedeflerini gerçekleştirmek için azimli ve düzenli olarak çalışır.”

Ayıpları Örtmek, ayağa kalktı.
-       Ayıpları örtmek; insanların kusurlarını örtmek, görmemezlikten gelmek, başkalarına açıklamamak demektir. İnsan kendi kusurunu görüp, düzeltmeye çalışmalıdır. Ancak uygunsuz işleri hiç çekinmeksizin yapıp duran günahkar kimselerin bu çirkin hallerini arkalarından söylemek dedikodu sayılmaz. Bu söyleme ile çirkin işler kötülenmiş, küstahça hareket ederek ahlaka uymayan şeyleri açıkça yapıp duran kimselerin bu rezaletini söylemek, toplumsal anlayışın güzel bir tepkisidir. Yeter ki; bu söyleyiş şahsi bir kırgınlık neticesinde olmasın. Dedi.

Dedikodu bastı butona.
-      Şimdi bazı şeyler kişinin yüzüne karşı söylenmiyor. Bir kere kırılabilir, bozulabilir. Mesela kimisi vücuduna uygun giyinmeyi beceremiyor, kimisinin ailevi sorunları duyuluyor, kimisinin kafası pek basmıyor, vb. Hele dediğiniz gibi ahlak dışı bir hareketi duyulursa, onu havada karada arkasından konuşuyoruz. Yani bunları konuşmakta ne sakınca olabilir? Sonuçta kimseye bir zararı yok. Hem birbiriyle ilgili konuşmak kadın/erkek ayırt etmeksizin herkesin hep yaptığı bir şey. Birbirimizden haberdar oluyoruz. Sonuçta senin ne söylediğin değil de, başkasının senin hakkında ne konuştuğu önemli. Bu çok önemli bir şey. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz, derler. Öyle değil mi? Dedi.

Ayıpları örtmek söz aldı.
-        Açıkçası dedikoduyu masum gösterme çabanız bende pek karşılık bulmadı. Başkalarının kusurlarını arkasından söylemek dedikodudur. Öyle ki; bir kimsenin arkasından boyuna, elbisesine, yiyip içmesine, gezip yürümesine varıncaya kadar bir kusurunu dil, göz veya el ile işaret ederek göstermek de dedikodudur. Çünkü bahse konu kişinin bunları duyunca üzüleceğine şüphe yoktur. Dedikodunun sorumluluğundan kurtulmak için mümkünse dedikodu edilen kişiden helallik dilemeli, özür dilenmelidir. Bazı alimler, dedikodudan pişmanlık duyup, tövbe etmenin yeterli olacağını savunurlar. Çünkü durumu haber verip, dedikodu edilen kişiden helallik dilemek; bir üzüntüye, bir dargınlığa sebebiyet verebilir.  Ancak o kimse o dedikodudan haberdar olmuşsa, o zaman kendisinden özür dileyerek helallik istemek gerekir. Ahlak dışı davranışlara ilişkin dedikodu yapılmasına gelecek olursak. Ahlak dışı davranış iddiası çok ciddi bir iddiadır. İnsanlar namusları için yaşarlar. Bunu dillendirebilmeniz için daha önce söylediğim üzere aleni olması, gözünüzle görmüş olmanız gerekir. Başkalarına yapmadıkları kusurları yüklemek, iftira atmaktır.  İftira durumunda kişiden helallik almak, tövbe etmek cezada indirim sağlasa da; yeterli olmamaktadır. Dedikodu bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldığından, iftiranın telafisi mümkün olmaz. Kul affetse bile, Allah affetmez. Konuyu toparlamak için müsaadenizle bir hadis-i şeriften yardım almak istiyorum. “Ne mutlu o kimseye ki; kendi kusurlarıyla uğraşmaktan başkalarının kusurlarını görmeye vakti kalmaz.” Dedi.

Sıra Şefkat’a geldi.
-       Şefkat; korku ile karışık merhametten ileri gelen acıyıp esirgeme halidir. Başkalarının başına gelen veya gelmesi düşünülen kötü bir hal karşısında kendisini gösterir. Şefkat; temiz ve saf kalpli insanların bir özelliğidir. Dedi.

Acımasız butona bastı. Vicdan söz hakkı verdi.
-       Madem atasözleri ile başladınız, hemen ben de birkaç tane patlatayım. “İyilikten maraz doğar.”, “Acıma acınacak hale düşersin.” Uzun lafın kısası; şefkat ve merhamet zayıflıktır. Genelde bu zayıflığı da çok güzel suiistimal ederler. Acımayacak, yılanların başını ezeceksin. Dedi.

Şefkat söz aldı.
-      O zaman ben de size bir atasözü ile yanıt vereyim. “İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik (Allah) bilir.” Acıma ve merhamet duyguları zayıflık değil, tam tersine en cesur ve en yüce duygulardan biridir. Ayrıca bu duygular çok vefalıdır. Siz şefkatli davranırsanız, zamanı geldiğinde aynı sıcaklıkla sizi kucaklarlar. Yapılan hiçbir iyilik, merhamet karşılıksız kalmaz. Dedi.

Şefkat, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-       “Kişi; insanlara ve doğadaki tüm canlılara karşı her zaman şefkatle yaklaşır.”

Sabır ayağa kalktı.
-      Sabır; acıya katlanmak, bedene uygun düşmeyen hallere telaş göstermeksizin karşı koymaktır. Sabrın sonu selamettir, başarıdır. Sabır acıdır, fakat meyvesi tatlıdır. Dedi.

Sabırsızlık söz istedi. Vicdan müsaade etti.
-        Ne demek istediniz anlayamadım. Ne yani şimdi her şeye sabır mı göstereceğiz? Ya din ve ahlakla çelişirse? Yine de Allah’tandır, başım gözüm üstüne mi diyeceğiz? Mesela bir temel ihtiyacımız var. Elimizde bu ihtiyacı karşılama gücümüz olmasına rağmen sabır mı edeceğiz? Kötülüklere bile Allah’tandır deyip sabır mı göstereceğiz? diye sordu.

Sabır cevap verdi.
-        Haklısınız. Yaptığım açıklama eksik oldu. Benim hatam. Dine ve ahlaka uymayan şeyler için sabretmek doğru değildir. Bunlara karşı kalben bir acı duyulması, mümkün ise mücadele edilmesi gerekir. Kovalanması mümkün olan kötülüklere veya kavuşulması mümkün olan ihtiyaçlara da katlanmak sabır değildir, miskinliktir. Peygamber Efendimiz konuyla ilgili şöyle buyurmuştur. “Allah’ım! Ben acizlikten ve tembellikten sana sığınırım.” Ancak unutmayın ki; haksızlık ve adaletsizlik dışında kalan her şeye sabredecek güce sahipsiniz. Bir ayet-i kerime şöyle buyurur. “Şüphe yok ki, Allah sabredenlerle beraberdir.” Dedi.

Sabır, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-       “Kişi; başına gelen, gücünün yetmediği kötü olaylardan Allah’a sığınır ve sabreder.”

Bu kez de sırası gelen Sıla-i Rahim ayağa kalktı.
-      Sıla-i Rahim; akrabayı arayıp sormak, akrabanın kusurlarını bağışlamak, muhtaçlara yardım etmektir. Akraba ile görüşmek, sohbette bulunmak, kendilerine selam ve hediye göndermek sıla-i rahim sayılır. Yakın bulunan akrabayı, mümkün ise bulundukları yerlere gidip ziyaret etmek, uzak akraba ile de yazışmak gerekir. Dedi.

Sıla-i Rahim, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-       “Kişi; akrabalarını arayıp sormak, onlarla ilgilenmekle mükelleftir.”

Butona basan olmayınca Zarafet ayağa kalktı.
-        Zarafet; incelik, kibarlık, ince zeka eseri hoş söz ve işleri yapma gibi özellikleri içeren bir huydur. Yaratılışta olan zarafetler ölçüyü taşırmamak şartıyla iyidir. Fakat her işte ve her sözde zarafet göstermeye çalışmak ciddiyete aykırıdır, hafiflikten ibarettir. Onun için de bu hususta aşırıya kaçmamalıdır. Dedi.

Zarafet, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-       “Kişi; günlük hayatında gerek sözlerinde, gerek davranışlarında ölçülü bir zarafet içerisinde olmalıdır.”

Herkes Kabalık’a baktı. Ama o butona basmadı. Bunun üzerine Azim ayağa kalktı.
-       Azim; bir işe kesinlikle niyet etmek, bir işi yapmaya kalbi bağlayarak yönelmektir. Elbette azmin haklı gayretler uğruna olması gerekir. Dedi.

Tereddüt butona bastı.
-      Peki diyelim ki ne istediğimizden tam olarak emin olamadık. Bazı korku ve kaygılarımız var. O zaman da böyle kararlı davranabilir miyiz? Diye sordu.

Azim:
-      Önce hedefinize karar vermelisiniz. En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir. Koyduğunuz hedefe ulaşabilmek için istikrarlı ve azimli bir şekilde adım adım ilerlemelisiniz. Bunu yaparken en önemli püf nokta hedefinize kilitlenmeniz, tüm enerjinizi hedefinize harcamanızdır. Bu süreçte korkuya kapılır, kaygı duyar ya da tereddüt ederseniz sizi başarıya ulaştıracak zamanı boşa harcamış olursunuz. Dedi.

Azim, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-       “Kişi; hedeflerine ulaştıracak işleri azimle yapar, sonuca ulaşana kadar kararlılığını sürdürür ve asla pes etmez.”

Aşk ayağa kalktığında; cazibesi karşısında önce herkes sersemledi, sonra büyüsüyle büyülenip onu dinlemeye koyuldular.
-       Aşk; fazla sevgi ve ilgiden dolayı bir şey hakkında kalbin pek ziyade ilgi ve çekicilik kazanmasıdır. İnsanın kalbi, maddeten veya manen güzel ve lezzetli bulduğu şeylere yönelir. Bu yönelme; ılımlı olursa Muhabbet, kuvvetli olursa Aşk adını alır. Ölümlü varlıklara ve geçici güzelliklere karşı aşk derecesindeki yönelme hali, kalbin gevşekliğinden veya düşüncenin (aklın) noksanlığından kaynaklanır. Gerçek aşk, Rahmani aşktır.  Dedi.

Kin butona bastı ve söz aldı.
-       Ne kadar doğru söylediniz. İnsanların birbirlerine duydukları, sonra da “Geçti şimdi.” dedikleri sözde aşklarına inanmıyorum. Sanki grip olmuşta, iyileşmiş. Böyle mantıksız ifadeler beni sinir ediyor. Ne zaman başladı ne zaman bitti. Ama bence açıklamanız eksik oldu. Çünkü ben aşkın hiçbir türlüsüne inanmıyorum. Öfke, kin, nefret gibi güçlü duygular gerçekler, varlar ve varlıklarını bize hem maddi hem manevi olarak hissettiriyorlar. Dedi.

Aşk:
-        Aslında sizi anlıyorum. Daha önce aşkı tatmamış birine aşktan bahsetmek, onu tarif etmek çok zordur. Anlam veremiyorsunuz ve aşk için karşılık beklemeden yapılan fedakarlıklar  size mantıklı gelmiyor. Ancak bu aşkın insanlarda hayat bulduğu, var olduğu gerçeğini değiştirmez. Anlayabilmeniz için önce kalbinizin yumuşaması gerekir. Sonra kalbinizdeki kirden, tortudan kurtulmalısınız. Çünkü aşk için saf ve temiz bir zemine ihtiyaç vardır. Aşık, hissettiği kuvvetli sevginin karşılığını beklemez. Sevgiliye karşı yapılan tüm davranışlar kalpten gelir ve engel tanımaz. Aşık; Sevgilisi dışında hiçbir şeyi, hiç kimseyi görmez. Böylesi bir adanmışlıkla yalnız O’nun karşısında boyun eğer. Sevgilinin dilek ve istekleri O’nun için emirdir. O’nu memnun edebilmek için her fedakarlığı çekinmeden yapar. O’nu üzecek davranışlardan korkar, kaçınır. İşte gerçek aşk budur. Dedi.

Aşk, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-       “Kişi, yaratanına sonsuz bir aşk ile bağlanır. Bu derin aşk ile O’nun emir ve yasaklarına uyar, güzel ahlakıyla onu memnun eder.”

Sıra İsmet’e geldi.
-      İsmet; günahlardan kaçınma huyuna sahip olmak, Hak Teala’nın korkusu ile bütün çirkin şeylerden geri durmak demektir. Kötü şeylerden uzakta kalmak da, Yüce Allah’ın bir koruması olduğundan bir ismet sayılır. İnsanın asıl güzelliği ve şerefi kazandığı ismet sayesindedir. dedi.

Günahkarlık butona bastı.
-      Dinimizde günah sayılan birçok şey dünyanın bize sunduğu çeşitli lezzetler. Bu lezzetlerin tadına varmazsanız gözünüz açık gider benden söylemesi. Bence günah diye tanımlanan birçok şey abartıdan ibaret. Dozunu kaçırmadan her şeyi yaşamak gerek.dedi.

İsmet yanıtladı.
-     Günah işlemek nefsinize hoş gelebilir. Şeytan sizi günah işlemeniz için destekleyip, teşvik edebilir. İnsan günahlara ufak adımlarla yaklaşır. Günahlar arttıkça, kişiye daha fazlasını yapacak cesaret gelir. Zamanla günahlar normalleşir ve alışkanlık haline gelir. Ancak size zevkli, lezzetli gelen bu haller, sonunda size zarar verecektir. Günahlarla birlikte bedeniniz yıpranacak, ruhunuz kirlenecek, yüzünüzdeki ışık zamanla parlaklığını yitirecektir. Hesap vakti geldiğinde sığındığınız günahlar, sizi sırtınızdan bıçaklayacak ve “Bizim suçumuz yok. Herkesin hür iradesi ile seçim hakkı vardı. Şeytana ve nefsine uymasaydı.” Diyeceklerdir. Aksini düşündüğünüzde; günahlardan sakınmanız, ruh ve beden güzelliğinizi koruyacak, hem madden hem manen yıpranmanızı önleyecektir. Dedi.

İsmet, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-     “Kişi; beden ve ruh sağlığını korumak, Allah’ın rızasını kazanmak için günah olan her türlü durum ve davranıştan sakınır.” 

İffet ayağa kalktı.
-      İffet; namus, nefsi hayvani sarkıntılıklardan engellemek huyudur. Ruhların temizliği iffetlidir. Dedi.
Fuhuş, utanmaz tavırlar içerisinde pişkin pişkin butona bastı. Vicdan söz hakkı verdi.
-    İnsanların bazı temel dürtüleri ve ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlar…diye sözlerine devam edecekken vicdan hemen sözünü kesti. 
-      Ne demek istediğinizi tahmin ettik. Şimdi müsaadenizle İffet konuşmasını bitirsin. Süremiz daralıyor. Belki siz de o sırada üzerinize toplantı adabına uygun bir şeyler giymek istersiniz. Dedi.

Fuhuş:
-      Yok. İçim bayıldı burada. Çok sıkıcı. Ben toplantıdan ayrılmayı yeğlerim. Dedi ve toplantı salonunda çıkmak için yola koyuldu.

Tüm bu olaylar yaşanırken İffet ciddiyetle başını öne eğdi.
-      İffetsiz kimseler, zehirli mikroplardan daha zararlı yaratıklardır. Kendisinden uzaklaşmak gerekir. Ar damarı çatlamış olan bir kişinin hiçbir şeyden korkusu, çekinmesi yoktur. Kendinizi yakışıksız bir durumda bulmamak, değerinizi düşürmemek için böyle kimselerden uzak durmakta fayda vardır. Ancak elbette kimseden umut kesilmez. Böyle kimselerden dualarınızı eksik etmeyiniz. Onları hidayete (doğru yola) erdirmesi için Allah’a dua ediniz. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Allah’ım! Ben senden dünyam, dinim, ehlim ve malım hakkında iffet dilerim.” Dedi.

İffet, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-     “Namus; kişinin en temel hak ve sorumluluğudur. Kişi; namusunu korumak için özenli davranır, edepsiz kişilerden uzak durur.”

Af ayağa kalktı.
-      Af; bağışlamak, suçtan geçmek, günahkar kimse hakkında layık olduğu azarlamayı bir lütuf olarak terk etmek anlamındadır. Şüphe yok ki; affın zevki, intikamın zevkinden daha çoktur. Dedi.

İntikam butona bastı. Vicdan söz hakkı verdi.
-      Madem ismim geçti, bana da söz hakkı doğdu. Bir kere her şeyi affetmek mümkün değil. Öyle büyük suçlar var ki; affı mümkün değil. Eğer affederseniz bu o kişinin yanına kar kalır. Sizin affetmedeki gayenizi anlayacak kapasitede bir kimse olmayacak. Boş yere affetmiş olacaksınız. Kötülük yapanların yanına kar kalacak ve daha fazlasına cesaret edecekler. Bunun için de size karşı suç işleyen, kötülük eden kişilerin mutlaka cezalandırılması gerekir. Bu cezanın verilmesinde ilahi adalet ve hukuk devreye girse bile yeterli olmayacaktır. Cezasını misliyle kendi ellerinizle vermeli, intikamınızı almalısınız. Dedi.

Af yanıt verdi.
-      Öncelikle bazı ağır suçları affedemeyebilirsiniz. En temel haklarınızdan biri fütursuzca çiğnenmiş olabilir. Örneğin; hırsızlık, tecavüz, cinayet, vb. Bu cezalara sizin de belirttiğiniz üzere idari ve ilahi adalet sistemi mutlaka gereken cezayı verecektir. Sizin verilecek cezalara rağmen affedip, affetmeme hakkınız bu cezalardan bağımsızdır. Size karşı ister büyük bir suç, ister küçük bir kusur işlenmiş olsun; hatalı olan taraf pişman olabilir ve sizden af dileyebilir. Kin, nefret ve intikam gibi duygular elinizi, dilinizi ve en önemlisi kalbinizi bağlamışsa, onu bir türlü affedemezsiniz. Oysa ruhunuzun özgür kalmasının, huzur bulmanızın en güzel yolu affetmektir. Şöyle bir düşünün. Yüce Allah ne ağır suçları, ne günahları yürekten gelen bir tövbe ile affedebilmişken, sizin affedememeniz şaşılacak şeydir. Affedilen kişi gösterdiğiniz büyüklük karşısında yaptığından utanır, iyi insan olabilmek için ikinci bir fırsat yakalar. Bu anayasayı Allah’ın razı olacağı iyi insanlar olmak için hazırladığımızı unutmayınız. Öyleyse yazılan her madde herkese hitap etmelidir. İnsanlar geçmişteki hatalarından ders alarak; kendilerine hatalarının gölgesinde değil, ışığında bir gelecek hazırlayabilirler. İnsanlar değişebilirler ve yanlış taraftan doğru tarafa geçebilirler. Dedi.

Af, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-       “Kişi; kendisine haksızlık eden kişilerin pişmanlık duymaları ve af dilemeleri durumunda onlara karşı kayıtsız kalmaz,  onları affeder.”

Af sözlerini bitirip oturunca, sırası gelen Ahd ayağa kalktı.
-       Ahd, söz vermektir. Gözetilmesi gereken sözleşmeye de Ahd denir. Ahdin (sözleşmenin) gereğine uymak gereklidir. Verilen sözü yerine getirmemek bir zulüm çeşididir. İnsanlar verdikleri sözde durmalıdırlar. Verilen bir sözde, haklı bir sebep olmaksızın durmamak insanın kıymetini ayaklar altına alacak büyük bir alçaklıktır. Dedi.

Sahtekarlık butona bastı. Vicdan sahtekarlığa söz hakkı verdi.
-       Bazen insan zaruri sebeplerden ötürü sözünü veya akdini feshedebilir. Ya da biraz daha açık konuşayım. Daha iyi bir fırsat yakaladıysanız, elde ettiğiniz kazancı kendiniz için daha yararlı şeylere yönlendirecekseniz akdin ne önemi kalır. Bu uğurda karşınızdakine güven vermek adına bazı pembe yalanlar söylemeniz gerekmiş olabilir. Bu ortağınızı yarı yolda bırakmak değil ki. Benim kimseyle göbek bağım yok, işte duygusallığa yer yok, iş iştir. Göbek bağım olan kişilerle bile karşı karşıya gelsem önce kendimi ve çıkarlarımı düşünürdüm. Kendim iyi durumda olmazsam etrafıma ne yararım olur. Dedi.

Ahd, alkışladı sahtekarlığı.
-      Neredeyse hepimizi ikna ediyordunuz. Paradan daha önemli olan iki unsur vardır. Biri güven, diğeri itibardır. Dostluğun, alışverişin, karşılıklı ilişkinin, iletişimin, anlaşmanın devam edebilmesi için bu iki unsurda istikrarlı olmak zorundasınız. Aksi halde günü birlik kazançlar uğruna bindiğiniz dalı kesersiniz. Karşılıklı imza altına alınan sözleşmelere uymamanız itibarınızı zedeler ve size karşı güven duygusunun yok olmasına sebep olur. Sahtekarlığınız tez duyulur ve başkaları da sizinle sözleşme yapmak istemezler. Şimdiye kadarki siciliniz, bugüne kadar ki trendiniz; gelecekteki konumunuzu belirler. Bahsettiğiniz o pembe yalanlar elbet bir gün ortaya çıkar. Ne de olsa yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Yaptığınız sahtekarlık, yalancılık yüzünden zamanı gelince dostlarınız, toplum, vicdanınız ya da hukuk sistemi sizi yargılar. Sonunda hak ettiğiniz cezayı çekersiniz. İyi bir tüccar, müşterisinde güven duygusu yaratır. Öyle ki; para kaybetmeyi müşteri kaybetmeye tercih edecek kadar akıllıdır. Bir Dış Ticaret hocasının derste anlattığı bir örneği sizinle paylaşmak isterim. Bir ülke Japonlara Zeytinyağı satımına ilişkin bir ihracat sözleşmesi imzalar. Bu ülke daha önce Japonlara zeytinyağı satmamıştır. Bu anlaşma ile gelecek dönemlerdeki zeytinyağı ihracatları için Japonya’nın kapılarının aralanması planlanmaktadır. Japon Kültürü dürüstlüğe oldukça önem vermektedir. Japonlar, ilk parti zeytinyağını alırlar ve çok memnun kalırlar. 2. Partiden de gayet memnundurlar. Sıra 3. Partiye gelir. Japonlar kalite yönetim sistemleri gereği her teslim aldıkları partiden rastgele numune alarak, laboratuvara incelemeye göndermektedirler. 3. Partide zeytinyağına fındık yağı karıştırıldığı ortaya çıkar. Bunun üzerine Japonlar acil toplantı talebinde bulunur. Toplantıda utanç tablosu olan laboratuvar raporlarını gösterip, sözleşmeyi iptal ederler. Bu sahtekarlıktan sonra bu ülkeden bir daha zeytinyağı almayacaklarını, eski güvendikleri pazarla yollarına devam edeceklerini söylerler. Bu sahtekarlığın faturası o şirkete değil, tüm ülkeye mal olmuştur. Gelecek dönemlerde Japonya’ya gerçekleştirilecek satış rakamları, Zeytinyağı pazarının o ülkeye kayması durumunda elde edilecek faydalar toplamda düşünüldüğünde zararın ne kadar vahim bir boyutta olduğunu anlamak zor olmasa gerek. İşin ahlaki boyutu dışında; karşınızdakini aptal yerine koymaya çalışmanız en büyük aptallıktır. Hele ki bu devirde…dedi.

Sıra Fazilet’e gelmişti. Fazilet ayağa kalktı.
-      Fazilet; ilim ve irfan bakımından olan yüksek dereceye ve ahlak görevlerine bağlanmaktır. Eş anlamlısı erdemdir. Erdem; ahlakın övdüğü iyilik, acıma, alçak gönüllülük, yiğitlik, doğruluk gibi niteliklerinin tamamını içerir. Şimdiye kadar öğrendiğimiz birçok güzel ahlak sıfatını kapsayan kocaman bir küme gibidir. Dedi.

Fazilet, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; insanlık özelliği gereği erdemli davranışlarla donanır.”

Butona basması beklenen alçaklık butona basmadı. Bunun üzerine Feraset ayağa kalktı.
-      Feraset; zihin uyanıklığı, bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti, bir insanın ahlak ve davranışını yüzünden anlamak halidir. Feraset iki türlüdür. Biri, bir çeşit ilham eseridir ki, sebebi bilinmeksizin meydana gelir. Diğeri kazanılan bir haldir ki, çeşitli huylara dair bilgi edinmek sebebiyle olur. Dedi.

Anlayışsızlık butona bastı. Vicdan söz hakkı verdi.
-      Ben tam olarak anlamadım. Benim ne düşündüğümü nerden bilecek ki, telepati mi kuracak, zihnimi mi okuyacak? Diye sordu.

Feraset:
-      Feraset sahibi insanların yanında uyanık olmalı, edeb ve fazilete aykırı şeylerden kaçınmalıdır. Çünkü onlar sizi halinizden, hareketinizden, tavrınızdan ve davranışlarınızdan anlarlar. Bu anlayışa iki özellikten biri sebep olur. Ya insan sarrafı olmuşlardır. Ya da hisleri kuvvetlidir, yani onlara kalpten kalbi görme yeteneği bahşedilmiştir. Anlayışsızlık ise, zekadan yoksunluk demektir. Dedi.

Feraset, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-     “Kişi; karşısındaki insanın ahlakını, davranışından ve yüzünden anlayacak zeka ve yetenekte olmalıdır.”

Kadirşinaslık ayağa kalktı.
-       Kadirşinaslık; herkesin gerçek yerini ve değerini bilip, hakkında ona göre işlem yapmaktır. Sosyal hayatta değer bilmenin büyük bir önemi vardır. Kıymet bilen milletler arasında ilim ve hüner sahipleri çoğalır. Kadir ve kıymet bilmeyen milletler ise, bilgi ve marifetten yoksun kalırlar. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur. “İnsanları kendi yerlerine indiriniz. (herkese derecesine göre davranın)” Dedi.

Değer Bilmezlik bastı butona.
-       Hem herkes eşittir diyorsunuz, hem de ne kadar ekmek o kadar köfte diyorsunuz. Bu samimiyetsiz bir çelişki değil de nedir? Öyle yapacağınıza benim gibi yapın, hiç risk almadan hepsini eşit görün, yani kimseye değer vermeyin. Böylece “Şimdiye kadar ki pişmanlığım herkese güvenmek, değer vermek, kendim gibi bilmek.” Deyip durmaktan vazgeçersiniz. Şu yeryüzündeki hiçbir şey vereceğiniz en ufak değeri bile hak etmez. Bir kere değeri, sevgiyi taşımak zordur. Ağır gelir, kaldıramazlar. Ya nankörlükle karşılık bulur ya da karşınızdaki kendini kaf dağında görür sizi beğenmez. Dedi.

Kadirşinaslık yanıt verdi.
-      Sizin kadar ümitsiz olduğumu söyleyemem. İnsanları tanımanın, test etmenin çeşitli yolları vardır. O kişiyle yemeğe çıkabilirsiniz, beraber alışverişe gidebilirsiniz, önemsiz bir sırrınızı paylaşabilirsiniz, arkadaşlarıyla ve ailesiyle tanışabilirsiniz, arkadaşlarınızla ve ailenizle tanıştırabilirsiniz. O kişiden deneme amaçlı olarak borç isteyebilirsiniz, vb. Bu liste böyle uzar gider. Karşınızdakini değer açısından derecelendirebileceğiniz birçok yöntem var. Herkesi değersiz kabul etmek sizin için büyük bir kayıp olacaktır. Değerli, kıymetli insanları bu davranışınızla kaybedebilirsiniz. Gerçekten değerli ve akıllı bir insan kendisine verilen değeri anlayıp, taşıyabilecek özelliktedir. Daha güzeli verdiğiniz değeri size yansıtacak, size destek olup gelişiminize katkı sağlayacaktır. Size değer veren, dostane yaklaşan insanları hemen itmeyin, onları tanımaya çalışın. Dedi.

Kadirşinaslık, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; herkese değer derecesine göre davranır. İnsanları olumlu/olumsuz önyargılarıyla değerlendirmez. Onları tanımak ve onlara değer biçmek için kendisine süre tanır.” 

Kanaat ayağa kalktı.
-      Kanaat; kısmete razı olmak, yemek ve içmek gibi şeylerde tutumlu olarak orta bir halde hareket etmektir. Kanaat’ı doğru anlamak çok önemlidir. Kanaat; mutlaka az ile yetinip tembellik içinde yaşamak değildir. Hırsla hareketten kaçınmak, başkalarının nimetlerine göz dikmeyip hakkına razı olmak ve bir gönül huzuru ile yaşamaktır. Gerçekten kanaat sahibi olan bir kimse işlerini yoluna koyar. Başkalarına muhtaç olmaktan kurtulur. Hazinelere sahipmiş gibi şeref ve huzur içinde yaşar. Dedi.

Savurganlık butona bastı. Vicdan söz hakkı verdi.
-     İnsan ihtiyaçları sınırsızdır zırvalığıyla başlamayacağım. Benim ortaya çıkış felsefem biraz daha farklı. Bu dünyaya bir daha gelmeyeceğiz. Üç günlük ölümlü dünya sonuçta, kazık çakacak halimiz yok. Bu kısıtlı sürede bence içimizden nasıl geliyorsa öyle yaşamalıyız. Kendimizi hiçbir konuda engellememeliyiz. İstediğimiz kadar yemeli, içmeli, gezmeli, harcamalıyız. Dedi.

Kanaat söz aldı.
-     Elbette yemek, içmek, gezmek, harcamak herkesin en doğal hakkıdır. Ancak, bir şeyi boş yere dağıtmak, uygun olmayan yerlere harcamak savurganlıktır. Bunlar para, güç, zaman, bilgi, emek, sevgi gibi hem maddi hem de manevi unsurlar olabilir. Neyi harcıyor olursanız olsun; ihtiyaç durumunuzu değerlendirerek dengeli ve özenli davranmanız gerekir. Aşırıya kaçmanız durumunda zararı size dokunur. Bir Hadis-i Şerif’te şöyle buyurulmuştur. “Kanaat, tükenmez bir hazinedir.” Ne yarın ölecekmiş gibi, ne de hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamanız doğru değil. Bugünün yarını, gençliğin bir de yaşlılığı vardır. Savurganlığınız yaşam standartlarınızdan mahrum kalmanıza sebep olabilir. Sonunda başkalarına muhtaç duruma düşebilir, yük haline gelebilirsiniz. Ayrıca bildiğiniz gibi ölüm bir son değil, bir başlangıçtır. Savurganlık dinimizce hoş görülmez. Ahirette boş yere dağıtıp, harcadığınız her şeyin hesabını vereceğinizi unutmamalısınız. Dedi.

Kanaat, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; kazancına razı olup, gönül huzuru içinde yaşar. Bu elindekiyle yetinme hali; kişinin çalışıp çabalamasına, güzel şeyler elde etme konusundaki azim ve kararlılığına engel değildir.”

Metanet ayağa kalktı.
-      Metanet; sağlamlık, dayanıklılık manasındadır. Deyim olarak; insanın fikrinde sabit olması, tutumunda kuvvetli ve inancında köklü bulunması demektir. Hak uğrunda metanetli olmak çok kıymetli bir davranıştır. Dedi.

Kuvvetsizlik ve şüphe aynı anda kıpırdandılar. Kuvvetsizlik butona bastı. Vicdan söz hakkı verdi.
-      İnsanın fikirleri, inançları zamanla değişebilir. Buna bağlı olarak yaşam felsefesi, tutum ve davranışları da değişir. Kişiler bir dine mensup olduktan sonra, değişen ortam ve koşullar doğrultusunda uygulama biçimini, yorumlama şeklini de değiştirebilir. Hatta dini inançlarını tamamen değiştirir ya da inkar da edebilir. Yani zamana bağlı olarak, karşılaştıkları zorluklara bağlı olarak görüşleri yumuşar ve esner. Sonuçta öğrenen ve sürekli değişen organizasyonlarız. Sabit fikirli olmayı doğru bulmuyorum. Genelde aptal ve cahil insanlar kendinden eminken, zeki insanlar kendilerinden hep şüphe ederler. dedi.

Metanet söz aldı.
-     Bugün söylediğiniz şeyin, yarın yanlış olabileceğini, öbür gün söyleyeceksiniz demek. Peki, bu istikrarsız, sürekli değişen, ne istediğini bilmez kararsız tutumunuzdan sonra size güven ve saygı duyulmasını nasıl bekleyebilirsiniz? Siz hiçbir yere tutunmadan oradan oraya savrulurken, insanlar hakkınızda ne düşünebilir? İyi bir münazara (tartışma) ustası değilseniz, bu halinizle aptal ve cahil insanlara elbet yenik düşeceksiniz. Çünkü onlar bilgisiz de olsalar, yanlışta olsalar sağlam bir duruş sergiliyorlar. Soruyorum karşınızdaki kişiyi aptal ve cahil diye tanımlayabiliyorsunuz da; fikirlerinizin ve değerlerinizin arkasında duracak gücü kendinizde nasıl oluyor da bulamıyorsunuz? Kişiliğiniz olmalı, sizi tanımlayan değerleriniz olmalı, sığınacağınız ve güç alacağınız inançlarınız olmalı. İşte bunlar sağlamsa, top atılsa yıkılmazsınız. Dini inançlarınıza gelince, bu inançlar bahsettiğiniz gibi yoruma ve değişikliğe açık değiller. Dinimizin kuralları, emir ve yasakları var. Bunları öğrenebileceğiniz yol gösterici kaynaklar (Kuran-ı Kerim, Hadis-i şerifler, Peygamberlerin hayatları gibi) var. Kendi işinize geldiği şekilde yaptığınız yorumlar dinimizin aslını, yani gerçeğini, değiştirmeyecektir. Peygamber Efendimiz (asm) dayanıklılık konusunda en güzel örneklerden biridir. Peygamberliğini ilan ettikten sonra kötülüğe, haksızlığa, hakarete, aşağılanmaya ve eziyete maruz kalmıştır. İnancının sağlamlığı onun tüm zorlukları aşmasını sağlamıştır. Dedi.

Metanet, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-     “Kişinin; fikri, tutumu ve inancı hem tutarlı hem sağlam olmalıdır.” 

Sıra Medh’e geldi. Ayağa kalktı.
-      Medh; övmek, irade ile yapılan güzel işlerden dolayı dil ile övme demektir. Övgüye değer kişileri övmek, toplum içinde faziletin artmasına sebep olabileceği için iyidir. Fakat övülmeye layık olmayan kişileri övmek, gerçeğe ve ahlaka aykırıdır. Başkalarını aldatmaya sebep olacağından kötüdür. Dedi.

Kötüleme butona bastı. Vicdan söz hakkı verdi.
-      Söylediklerinize katılıyorum. Küçük bir ilavede bulunmak isterim. Övgüye layık olmayan kişilerin foyalarını ortaya çıkarmak, kirli çamaşırlarını bir bir dökmek gerekir. Bu da bir sorumluluk gereği, öyle değil mi? Diye sordu.

Medh yanıt verdi.
-      Kötü özellikleri övmemek gerekir. Çünkü güzel özellikleri övmek, nasıl onların yayılmasına sebep olabiliyorsa; kötü olanları övmek de onların yayılmasına yol açar. Aynı zamanda kötülemekte doğru değildir. Dinimiz kusurları araştırmayı değil, gece gibi onları örtmeyi emreder. Dedi.

Medh, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; övgüye değer güzellikleri ve özellikleri dillendirir, yayılmasına vesile olur.”

Muhabbet ayağa kalktı.
-      Muhabbet; sevgi, dostluk ve lezzet duyulan bir şeye gönlün meyletmesi demektir. Muhabbetler iki türlüdür. Biri sebebi kaybolan muhabbetlerdir. Bir kimseyi yalnız dünyalığından dolayı sevmektir. O dünyalık aradan kalkınca, muhabbet de aradan kalkar. Bu konuya dair halk arasında “Öküz öldü, ortaklık bozuldu.” Diye bir söz vardır. Diğeri; sebebi kaybolmayan muhabbettir. Herhangi bir insanı, yalnız Allah için sevmek gibi. Bu tür muhabbetler sonsuza dek devam eder. Dedi.

Muhabbet, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; yaratılanı yalnız yaratanından ötürü sever.”

Merhamet ayağa kalktı.
-      Merhamet; esirgemek, acımak, şefkat göstermek, çaresizlerin hallerine kalben acıyarak kendilerine yardımda bulunmak demektir. Merhamet, temiz ruhların süsüdür. Merhamet; yalnızca insanları değil doğadaki tüm canlılar kapsamalıdır. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur. “Yerde olanlara merhamet ediniz ki, gökte olanlar size merhamet etsin” dedi.

Merhamet, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-     “Kişi; yeryüzünde olan her varlığa şefkatle yaklaşır. Onları korur, çaresiz olanlara yardımda bulunur.”

Herhangi bir talep olmayınca Müşavere ayağa kalktı.
-      Müşavere; danışma, bir işin hayırlı olup olmadığını anlamak için uygun görülen kimselerle görüşüp fikirlerini almak demektir. İnsan danışma sonunda aydınlanır. Bilmediği şeyleri öğrenir veya hatırına gelmeyen şeyleri hatırlar. Tedbirli hareket etmiş olur. Ancak elbette kendisine danışılacak kimse; doğru sözlü, tecrübeli, danışılan iş üzerinde bilgili, hiddet ve gurur gibi hallerden uzak, düşüncesini olduğu gibi söylemekten çekinmeyen biri olmalıdır. Dedi.

Kendini Beğenmişlik butona bastı.
-     Bir kere benim kendi deneyim, tecrübe ve bilgi birikimim var. Yani kimsenin aklına ihtiyacım yok. Kendim için en doğru kararı kendim verebilirim. Dedi.

Müşavere:
-     Halk arasında iddialarınızı çürüten güzel sözler vardır. “Çok bilen, çok yanılır.”, “Akıl akıldan üstündür.” Derler. Elbette tecrübeniz, belli bilgi birikiminiz vardır. Ancak bu başkasına danışmanıza, istişare etmenize engel bir durum değildir. Tam tersine alacağınız kararın doğruluğunu güçlendirecek, yanılma payınızı azaltacaktır. Dedi.

Müşavere, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-     “Kişi; herhangi bir konuya dair karar almadan önce doğruluğuna, açık sözlülüğüne, bilgisine, tecrübesine güvendiği kişilere danışmalıdır.”

Muavenet ayağa kalktı.
-     Muavenet; insanların birbirine yardımda ve hizmette bulunmaları demektir. İnsanlar daima birbirlerinin yardımına muhtaçtırlar. İnsan; elinden gelen yardımı akrabalarından, dostlarından esirgememelidir. Ancak elbette bu yardım iyi ve hayırlı işlerle ilgili olmalıdır. Dedi.

Muavenet, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-     “Kişiler; birbirleriyle yardımlaşır, birbirlerine destek olurlar.”

Vefa ayağa kalktı.
-      Vefa; verilen sözü yerine getirmek, borcu ödemek, din ve akla uygun olarak gereken şeyi yerine getirip altından kalkmak demektir. Bu çok şerefli bir görevdir. Eski dostluğu korumaya Vefakarlık denir. İnsan vefalı olmalı, dostluk haklarını unutmamalıdır. Dedi.

Vefa, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-      “Kişi; verdiği sözün, borcunun ve dostluğunun teminatıdır.” 

Artık süre iyice daralmış ve son konuşmacı olan Vakar ayağa kalkmıştı.
-     Vakar; ağırbaşlı olmak, yapılacak işlerde tedbirli ve yavaş davranmaktır. Samimi olan vakar, insanın değerini yükseltir. Bunun işareti, insanlar arasında ve yalnızlıktan eşit bir hal üzere bulunmaktır. Vakar; bir büyüklenme hali değildir. Düşünceden ve şerefi koruma duygusundan, ilmin kuvvetinden ileri gelir. Dedi.

Hafiflik butona bastı. Vicdan söz hakkı verdi.
-     Ben çoktan basmıştım ama sanırım Vakar’ın cümlesini bitirmesini beklediniz. İnsan meraklıdır ve hareketlidir. Dikkat ediyorsanız ağırbaşlı insanlar genelde sıkıcıdır. Fazla konuşmazlar ve ağır hareket ederler. İçten pazarlıklıdırlar. Kılı kırk yararlar. Şahsen ben böyle insanlara pek tahammül edemiyorum. Dedi.

Vakar:
-     Dışarıdan nasıl göründüğünü anlamanız için izninizle ben de hafiflik alametlerini saymak isterim. Gereksiz yere meraklı meraklı oraya buraya bakınıp durmak. Yine gereksiz yere oraya buraya gidip gelmek. Gerekli gereksiz her konuşmayı önemle dinlemeye, duymaya çalışmak. Lüzumsuz ve anlamsız sorular sormak. Aceleci davranıp karşıdakini dinlemeden, anlamadan söze atılmak. Kıyafetinin sağıyla, soluyla gereğinden fazla uğraşmak, vb. İşte hafiflik bu yüzden ahmaklık ve akılsızlık göstergesidir. Dedi.

Vakar, hazırladığı ilgili maddeyi okudu.
-     “Kişi; yapacağı işlerde ağırbaşlı ve temkinli hareket eder.”
 
Vicdan kapanış konuşmasını yapmak için ayağa kaktı.
-     Öncelikle değerli önerilerinden ve emeklerinden dolayı tüm iyi huylara teşekkürlerimi sunuyorum. Onları dinlerken kendi sesimi dinliyormuşum gibi hissettim. Bir sonraki toplantımızda maddeler üzerinde uzlaşacağımıza ve en kısa zamanda bu maddeleri hayata geçireceğimize tüm kalbimle inanıyorum. Dedi.

Son olarak sunulan tüm öneri maddeleri alt alta sıralandı ve toplantı sona erdi.
1-      “Kişi inandığı dinin ve değerlerin yasakladığı hiçbir davranışta bulunmaz. Bu konuda kişinin inancındaki samimiyeti, tutarlılığı ve vicdanı esas alınır. Kişi;  söz konusu kural ve yasakları çiğnerse, bu yaptığı eylem ve işlerden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.”
2-      “Kişi; her koşulda ve her ortamda sahip olduğu terbiye seviyesine göre değer görür. Bu sebeple her hareket ve davranışını terbiye süzgecinden geçirerek düzenler.”
3-      “Kişi; artık kullanmayacağı eşyalarını yardıma muhtaç kimselere bağışlar. Korunmaya muhtaç çocuklara, engellilere ve yaşlılara düzenli olarak hem maddi, hem manevi yardımda bulunur.”
4-      “Kişi yapacağı bir işi gerçekleştirmeden önce istek ve dileklerini saf ve iyi niyetlere bağlar. Bu bağı öyle kuvvetli tutar ki; hiçbir hayırsız sebep niyetinin önüne geçemez.”
5-      “Kişi; tüm yaşamı boyunca hangi koşul ve ortamda olursa olsun adalet ve doğruluktan ayrılmayacaktır.”
6-      “Kişi; Yüce Allah’ın emir ve yasaklarına koşulsuz itaat eder. Üst amirinin tavsiye ve emirlerini de titizlik ve özenle dikkate alır.”
7-      “Kişi; ailesi, dostları, komşuları başta olmak üzere etrafındaki insanların kendisine güvendiği, inandığı kimsedir. Kişi; bu güven algısını pekiştirmek için gayret gösterir. İnsanların güvenini sarsacak, şüpheye düşürecek tavır ve davranışlardan sakınır.”
8-      “Kişi; harcamalarını ihtiyaç durumunu gözeterek dengeli olarak gerçekleştirir.”
9-      “Kişi; kaliteli zaman geçirebildiği, düzenli olarak görüştüğü arkadaşlar edinir. Bu arkadaşlık ilişkisi karşılıklı emek, sevgi, saygı ve güven esasına dayanır.”
10-   “Kişi; kendilerine bırakılan emanetleri korumak ve saklamakla mükelleftir.”
11-   “Kişi; adalet ve gerçekten yana, objektif ve bağımsız olarak hareket eder. Zulmün her çeşidi suç teşkil eder, hiçbir gerekçeyle bağışlanamaz ve zulmeden kişi sorumluluktan kurtulamaz.”
12-   “Kişi; güler yüzlü, hoşgörülü ve yumuşak huylu olmayı bir alışkanlık haline getirmekle yükümlüdür.”
13-   “Kişi; sorumluluğu altında bulunan kişileri güzel ahlaki değerlerle terbiye etmekle mükelleftir.”
14-   “Kişi, her yapacağı işte düşünerek hareket eder, yapacağı işleri aceleci davranmadan optimum bir zaman periyodu içerisinde planlayarak yapar.”
15-   “Kişi; kendisinden yaş, bilgi ve terbiye olarak üstün olan kişilere saygı gösterir. Kendisinden küçük olanlara ise sevgi gösterir.”
16-   “Kişi, her şeyi ve her olayı hayra yorar. Sevmediği şeyleri ve olayları ise kötüye yorarak uğursuz ve uğursuzluk şeklinde tanımlamaz.”
17-   “Kişiler, yaptığı işleri geliştirmek için üzerinde düşünmek, fikir üretmek ve emek harcamakla sorumludur.”
18-   “Kişi; her zaman ve her yerde mütevazi hareket eder. Kendini olduğundan üstün görmez. Kendisini anlatma çabasına girmez.”
19-   “Kişi; yaptığı işlerde kurallara uygun hareket eder, emek harcar sonrasında Allah’a teslim olup tevekkül eder. Sonucun istediği gibi gerçekleşmemesi durumunda isyan etmek yerine sabreder ve hayra yorar.”
20-   “Kişi; hedeflerine ulaşmak için düşünceleri, inançları ve amaçları doğrultusunda azim ve kararlılıkla çalışmalıdır.”
21-   “Kişi; misafirlerine güler yüzle ikramda bulunur. Muhtaç kişilere istemelerine fırsat vermeden yardım eder.”
22-   “Kişi; düşünerek konuşur, kelimeleri israf etmez, gereksiz yere konuşmaz.”
23-   “Kişi; amellerini ilmi ve bilgisiyle süsler.”
24-   “Kişi; bazen hak ararken ya da adaletsizliğe karşı tepki olarak öfke duyar. Ancak öfkesini kontrol altında tutmalı ve öfkesinin mantığının önüne geçmesine engel olmalıdır.”
25-   “Kişi, hem kendisinin hem de başkalarının yaptığı edebe aykırı tavır ve davranışlardan aynı derecede utanç duyar. Kendi yaptıklarından pişmanlık duyar ve onları bir daha tekrarlamaz. Başkalarını ise uyarır.”
26-   “Kişi; iyi insan olma hedefini gerçekleştirmek için her zaman iyilik düşünür, iyilik yapar.”
27-   “Kişi; iyi bir dost olur ve kendisi gibi iyi dostlar edinir.”
28-   “Kişi; Allah’ı her gün zikreder, böylelikle kalbini boş bırakmaz.”
29-   “Kişi; konuşurken yumuşak, nazik ve tatlı bir dil kullanır.”
30-   “Kişi; hedeflerini gerçekleştirmek için azimli ve düzenli olarak çalışır.”
31-   “Kişi; insanlara ve doğadaki tüm canlılara karşı her zaman şefkatle yaklaşır.”
32-   “Kişi; başına gelen, gücünün yetmediği kötü olaylardan Allah’a sığınır ve sabreder.”
33-   “Kişi; akrabalarını arayıp sormak, onlarla ilgilenmekle mükelleftir.”
34-   “Kişi; günlük hayatında gerek sözlerinde, gerek davranışlarında ölçülü bir zarafet içerisinde olmalıdır.”
35-   “Kişi; hedeflerine ulaştıracak işleri azimle yapar, sonuca ulaşana kadar kararlılığını sürdürür ve asla pes etmez.”
36-   “Kişi, yaratanına sonsuz bir aşk ile bağlanır. Bu derin aşk ile O’nun emir ve yasaklarına uyar, güzel ahlakıyla onu memnun eder.”
37-   “Kişi; beden ve ruh sağlığını korumak, Allah’ın rızasını kazanmak için günah olan her türlü durum ve davranıştan sakınır.”
38-   “Namus; kişinin en temel hak ve sorumluluğudur. Kişi; namusunu korumak için özenli davranır, edepsiz kişilerden uzak durur.”
39-   “Kişi; kendisine haksızlık eden kişilerin pişmanlık duymaları ve af dilemeleri durumunda onlara karşı kayıtsız kalmaz,  onları affeder.”
40-   “Kişi; insanlık özelliği gereği erdemli davranışlarla donanır.”
41-   “Kişi; karşısındaki insanın ahlakını, davranışından ve yüzünden anlayacak zeka ve yetenekte olmalıdır.”
42-   “Kişi; herkese değer derecesine göre davranır. İnsanları olumlu/olumsuz önyargılarıyla değerlendirmez. Onları tanımak ve onlara değer biçmek için kendisine süre tanır.”
43-   “Kişi; kazancına razı olup, gönül huzuru içinde yaşar. Bu elindekiyle yetinme hali; kişinin çalışıp çabalamasına, güzel şeyler elde etme konusundaki azim ve kararlılığına engel değildir.”
44-   “Kişinin; fikri, tutumu ve inancı hem tutarlı hem sağlam olmalıdır.”
45-   “Kişi; övgüye değer güzellikleri ve özellikleri dillendirir, yayılmasına vesile olur.”
46-   “Kişi; yaratılanı yalnız yaratanında ötürü sever.”
47-   “Kişi; yeryüzünde olan her varlığa şefkatle yaklaşır. Onları korur, çaresiz olanlara yardımda bulunur.”
48-   “Kişi; herhangi bir konuya dair karar almadan önce doğruluğuna, açık sözlülüğüne, bilgisine, tecrübesine güvendiği kişilere danışmalıdır.”
49-   “Kişiler; birbirleriyle yardımlaşır, birbirlerine destek olurlar.”
50-   “Kişi; verdiği sözün, borcunun ve dostluğunun teminatıdır.”
51-   “Kişi; yapacağı işlerde ağırbaşlı ve temkinli hareket eder.”

Hiç yorum yok: