27 Haziran 2014 Cuma

TÜKENMEZ KALEM

Onca gürültü kirliliğinin arasında kendisini dinleyemedi bir türlü. Aslında kendisiyle baş başa kalmak gibi bir derdi olmadı hiç. Yalnızlık tahammül edilmezdi onun için.  Hep bir koşuşturmacası olmalıydı. Bir yerlere yetişmeli, birileriyle buluşmalı, kalabalıklar içinde oradan oraya savrulmalıydı. Şirkette yapılan kişilik analizinde dışadönük, sosyal biri olarak çıktı. Herkes tarafından sevilir, organizasyonların aranan ve mutlaka davet edilen ismi olurdu. Hala görüştüğü lise arkadaşlarından, üniversite arkadaşlarından, eski iş arkadaşlarından oluşan, düzenli olarak buluştuğu gurupları vardı. Etkinlikler bitmez; ya halı saha maçı yapılır, ya birinin doğum günü olur, ya biri parti verir, ya biri evlenir, ya birinin çocuğu doğardı. Alışverişe ve yemeğe bile yalnız gitmekten çekinir, bir arkadaşını ya da yareni Aslı’yı yanına alır, öyle giderdi. Katılamadığı organizasyonlar da oluyordu elbette. Mesela cenazeler, hasta ziyaretleri, vedalaşmalar, vb. Bunlara vakti olmuyordu bir türlü. Çünkü çalışması gerekiyor, çok yorgun oluyor ya da zamanlamaları daha eğlenceli bir etkinlikle çakışıyordu. Dert ve sıkıntı dinlemek de çok can sıkıcı, insanın enerjisini alıcı durumlar olup, bunlar da vakit ayırmadığı, kaçındığı şeyler listesindeydi.

Yaz sinyallerini vermeye başlamıştı. Güneş tam tepede, havaysa oldukça bunaltıcıydı. Öğle yemeğinde arkadaşlarıyla farklı bir mekanda balık yediler. Midesinde müthiş bir ağrı oluştu. Ne kadar midesi bulansa da bir türlü kusamadı. Karnı ağrıyor, başı dönüyor, ara ara titreme nöbeti geçiriyordu. Ağrılar dayanılmayacak bir hal aldığında işyeri hekimine gitti. Doktor zehirlenmeden şüphelendi. Birden fenalaşmasıyla birlikte ambulansla hastaneye götürüldü. Midesi yıkandı ama hemen taburcu olamadı. Baş ağrıları şiddetlenince beyninde pıhtılaşma olduğu ortaya çıktı. Böylelikle hastaneden hemen taburcu olma hayali suya düştü ve kendisiyle baş başa kaldığı zamanlar başladı.

Bir sürü düşünce üşüştü beynine. “Hastaneye gelmeyeli ne kadar zaman oldu?” diye düşündü. İş yerindekiler ve Aslı dışında durumunu kimseye haber vermemeye karar verdi. Hareketli olan yapısı günler geçtikçe isyan etmeye başladı. “Ne kadar zamandır yazmıyorum?” diye sordu kendine. Yazar olma hayalini üniversiteden sonra tamamen rafa kaldırmıştı. Bu hayat koşuşturmacasında ne kitap okuyacak ne bir şeyler karalayacak vakti olmuyordu. Aslı’dan tavan arasındaki kolilerden öykülerini yazdığı defterini bulup getirmesini istedi. Hemen aynı kolide eski tip mürekkepli kalemi de vardı. Ertesi gün Aslı’nın iş çıkış saatinin gelmesini heyecanla bekledi. Nihayet Aslı muzip gülümsemesiyle hastane odasından içeri girdi. Elindeki poşeti uzattı. Kutuya ulaşırken böceklerle ve örümcek ağlarıyla yaptığı mücadeleyi anlattı ve sonra işlerini halletmek için hastaneden çıktı.
Yine günlerdir olduğu gibi kendisiyle baş başa kaldı hastane odasında. Poşeti açıp da mürekkepli kalemi görünce birden ağlamaya başladı. Hıçkırıklar içinde burnunu çekerek lise başlangıcında ilk yazdığı öyküsünü okudu.

“Kirpi her gece aynı bahçede belirir, adamın diktiği birbirinden güzel görüntülü ve kokulu birkaç çiçekten beğendiklerini koparır ve gecenin karanlığında kaybolurdu. Adam ise sabah kalktığında pek düşkün olduğu çiçeklerinden bir ikisinin yok olduğunu görünce küplere biner, sağa sola bakınır etrafta gördüğü hayvanları kovalardı. Adam daha fazla dayanamadı ve bahçesine dadanan bu canlıyı gece pusu kurarak avlamaya karar verdi. Elinde tüfeği beklerken gece karanlığında bir yaprak hışırtısı duydu. Bir hışımla yerinden kalkıp kirpiyi tüfeğinin dipçiğiyle oracıkta öldürdü. Evine doğru gidecekken iki adet yavru kirpi fark etti. Yavrular annelerinin ölüsüne doğru yavaş yavaş yürüyorlardı. Adam dayanılmaz bir pişmanlık ve vicdan azabı hissetti. Kirpi ölüsünü ortadan kaldırdıktan sonra yavruları alarak veterinere götürdü. Sonraki günlerde talihsizlikler adamın peşini bırakmadı. Çiçek bahçesini salyangozlar ve türlü türlü böcekler bastı. Çiçeklerinin tamamı telef oldu. Çünkü böcek yiyerek beslenen kirpiler bahçesini terk etmişti.”
Babasının aldığı mürekkepli kalemle yazılan bu öykü onun ilk öyküsüydü. Sayfaları hızlı hızlı çevirdi. Son öyküsünün yazılı olduğu sayfaya baktı. Bu öykü üniversitede katıldığı yarışmada ona ödül getiren öyküydü. O; ödül törenindeyken babası vefat etmişti. O günden bugüne bir gün bile ağlayamadı, o günden bugüne bu defteri bir kere bile aralamadı. Oysa babası onun çok iyi bir yazar olacağından emin olarak almıştı bu hediyeleri.  “Ne zamandır yazmıyorum?”, “Ne zamandır babamı anmıyorum?” diye düşündü. Kaçtığı her şey bir bir onu yakalıyordu. Kaç kere trafikteyken, tuvaletteyken, yürürken, uyku kaçınca ilham gelmiş, kelimeler üşüşmüştü de vurdumduymaz davranıp yazmaktan kaçınmıştı. Düşünmemek için hep bir meşgale bulmuş, oyunlar oynayarak düşlerini gölgelemişti. Babasının zamansız ölümüne çok içerlemiş ve kızmıştı.

Mürekkepli kalemi inceledi. Mürekkebi kurumuştu. Hemen doldurdu. Yazmak istedi. “Neydi? Nasıl başlayacaktım? Ne yazacaktım?” Eskiden beynine üşüşen fikirleri düşündü. Bir türlü toparlayamadı kelimeleri. Köreldiğini, tükendiğini düşündü. Beynindeki kirpileri hayat dipçiğiyle ezmiş, düş bahçesindeki onca ilham zaman çarkında telef olmuştu. Kalemini birkaç defa oynattı. “Başarabilirim, başlayabilirim.” Diye düşündü. Böylece bir bebek gibi emekleyerek başladı tekrar yazmaya. Kaleminin ucundan bu kez hayat tecrübeleri damladı. Her mürekkep zerresi acıyı da tatlıyı da anlatır oldu. Böylece bırakmadı yazmayı. Yazdıkça açıldı kalemi, içine attıkları bir bir döküldü kağıda, yazdıkça paylaşmaya başladı hayata dair ne varsa…

24 Haziran 2014 Salı

“DİL BELASI” ÜZERİNE

“Dil Belası” (Kitabü Afati’l-Lisan); Semerkand tarafından yayınlanan İmam-ı Gazali’nin muhteşem bir eseri. Okuduğum kitapların daha akılda kalır olabilmesi için onları kendi penceremden yorumlayarak, özetlemeye karar verdim. İnşallah bu düşüncemi bundan sonra da düstur edinir, bir sistematik ve disipline oturtabilirim. Böylece hem hafızamı güçlendirmiş ve tekrar yapmış olacağım, hem de beni takip eden dostlarımdan kitaplarımı bilmeyen, duymayan kalmayacak.
Kitap; bize dilimizin başımıza açtığı tehlike ve tuzaklardan bahsediyor. Çoğu yerde susmanın neden daha erdemli bir davranış olacağını böylelikle daha iyi anlıyoruz. Kitapta dil belaları maddeler halinde anlatılmış. Ben de bu afetleri özet olarak aynen kitaptaki gibi 20 maddede vereceğim. Söz konusu kitapta konuya dair birçok faydalı Hadis ve Ayet de bulunmakta. Kitabı özet geçtiğimden içinde yer alan Yüce Allah’ın ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) güzel mesajlarını burada paylaşamıyorum. İnşallah özeti okuduktan sonra bu kitabı edinir ve kendiniz yazdıklarımı mesajlarla beraber daha detaylı olarak değerlendirme fırsatı bulursunuz.

Bu kitap Siirt’teki can kardeşim Deniz’in bana bir armağanıydı. Çok istifade ettiğim ve ihtiyaç duyduğum bu kitabı bana hediye ettiği için kendisine bir kere daha teşekkür ederim. Başlayalım Allah’ın izniyle. Bismillah…

1. Faydasız, boş konuşmak. Zamanın ne kadar değerli ve geri döndürülemez olduğunu hepimiz biliriz. Ancak kıymetli vaktimizin çoğunu çenemiz işgal eder. Bu boş boğazlığın iki temel sebebi olabilir. Birincisi bizi ilgilendirmeyen konuları öğrenmedeki gereksiz hırsımız. İkincisi ise hoşumuza gittiği için sözü uzatmamız, bize fayda vermeyecek konularla zamanı tüketmemiz. Peki bu durum nelere yol açar; gıybet, dedikodu, yalan, kendini temize çıkarmaya çalışma, nefsini övme, vb…İlacı nedir? Konuşma alışkanlığımızı değiştirmek için insanlardan bir süre uzak durmak. Kendini ilgilendiren konularda bile susmaya çalışmak. Kısacası dili terbiye etmek, eğitmek.

2. Fuzuli, fazla konuşmak. Az ve öz konuşmanın en doğru konuşma şekli olduğunu biliriz ama gerçek hayatta uygulamada zorlanırız. Kiramen Katibin adındaki sağ ve sol yanımızdaki melekler bizim her sözümüzü kıyamet gününde değerlendirilmek üzere kayıt altına almaktadır. Elbette kıyamet günü boş lakırtılarla dolu, ne bu dünyada ne de ahirette işimize yarayamayacak bir kitabı teslim almak istemeyiz. Sonuçta bu imtihan dünyasında ne ekersek ahirette onu biçeceğiz. Bunun ilacı da 1.madde de belirttiğimiz üzere konuşma alışkanlığımızı değiştirmekle mümkündür.

3. Batıla dalmak, günah olan şeyleri konuşmak. Mesela kadınların hallerini, içki meclislerini, fasıkların makamlarını, zenginlerin varlıklarını, padişahların kibirlerini, kötü merasimlerini, çirkin davranışlarını anlatmak gibi. Bu duruma düşmekten nasıl korunulur? Yalnız din ve dünyanın önemli meselelerinde, olayların magazinel ve kişisel yönleri dışında yalnızca bize faydalı olan konularla ilgili konuşarak.

4. Münakaşa ve mücadele etmek. Başkasının sözüne karşı yapılan her itiraza münakaşa denir. Münakaşayı terk etmek, inkar ve itirazın terk edilmesiyle mümkündür. Dolayısıyla işittiğin her söze bak; eğer hak ise tasdik et; dini emirlere ters, batıl ve yalansa ondan hiç bahsetme, münakaşaya girmek yerine susmayı tercih et. Mücadele, başkasını susturmaktan ibarettir. Bu da, konuşmasını kötüleyerek onun aciz ve noksan olduğunu ifade etmek, onu kusurlu ve o konuda cahil olarak tanıtarak küçük düşürmektir. Bu hastalığın tedavisi, kendisini üstün göstermeye sevk eden kibrini kırmak ve arkadaşını noksan göstermeye sebep olan yırtıcılık sıfatını söküp atmakla mümkündür.

5. Düşmanlık etmek. Husumet yani düşmanca mücadele; herhangi bir malı ya da hakkı almak için sözünde inatla ısrar etmektir. Buradaki kasıt hak arama iddiasıyla şiddetli düşmanlık, israf, eziyet gibi kötü maksatlar gütmektir; yoksa bir mazlumun meşru yolla hakkını araması ve davada bulunması elbette haram değildir. Ancak bu durumda bile dili ölçülü tutmak pek güçtür. Öfke kabarır, kin büyür. Karşılıklı olarak onur kırıcı sözler edilir. Kısacası kantarın topuzu kaçar. Hasma duyulan kin, kalbi vesveselerle doldurur. Bunun çaresi ise zıttı ile mümkündür. Yumuşak konuşmak insanın içinde yerleşen kin ve nefreti temizler.

6. Yapmacık konuşmak. Konuşurken kafiyede ve fesahatte kendini zorlamak, kadın ve sevgiliden bahsederek yapmacık konuşmak, ağzını eğip bükerek süslü ve edebi önsözler yapmak, güzel konuştuğunu iddia edenlerin adet ettiği diğer hareketlerde bulunmak. Bunun ilacı her şeyde uygun olanın ihtiyacı kadarıyla olduğu görüşünü benimseyerek, hayatında uygulamakla mümkün olur. Hitabetteki sözleri haddi aşmadan ve zorlayarak garip kelimeler kullanmadan güzelleştirmek ve hatırlatmalarda bulunmak yapmacık konuşmak değildir. Zira sözün güzel söylenmesinin kalpte etkisi vardır.

7. Sövmek ve çirkin sözler söylemek. Bunun kaynağı bozuk ve düşük huydur. Kötü konuşmak fuhuş içerikli kötü söz, çirkin ve hoş olmayan şeyleri açık ifadelerle anlatmaktır. Zira bozuk insanların cinsi konularda kullandıkları çok çirkin ve açık seçik ifadeleri vardır. Halbuki salih insanlar o sözleri konuşmaktan şiddetle kaçınırlar. Kullanmak durumunda kaldıklarında üstü kapalı ve yakın kelimelerle konuşurlar. İnsanı fahiş konuşmaya iten; ya muhatabına eziyet etmek ya da kötü ahlaklı kimselerle olan birlikteliğinden dolayı meydana gelen kötü alışkanlıktır.

8. Lanet etmek. Lanet etmek; Allah’ın (c.c) rahmetinden kovmak ve uzaklaştırmak demektir. Lanet ister hayvana, ister cansız varlıklara, ister insana karşı yapılsın hepsi de dinimizce kötü görülmüştür. Allah’ın rahmetinden uzaklaştıran sıfatlara sahip olanlardan başkasına lanet etmek caiz değildir. İntikam için ya da keyfimiz için lanet etmemeliyiz. Çünkü Kuran-ı Kerim’de akıbetini bildiğimiz kişilerin dışında hiç kimsenin Allah katındaki akıbetini bilemeyiz. Bu sebeple lanet etmek risklidir. Ölülere lanet etmek çok daha çirkin bir davranıştır. Zalim bile olsa bir insana beddua etmek lanete yakın bir şeydir. Her ikisi yerine susmayı tercih etmek daha hayırlı olacaktır.

9. Şarkı ve şiir söylemek. İçinde dinimizce hoş karşılanmayan şeyler olmadığı müddetçe şiir okumak, yazmak, şarkı söylemekte bir sakınca yoktur. Şiirden maksat ya övmek, ya yermek, ya da sevgiliyi methetmektir. Bunlara ise bazen yalan karışabilir. Bu sebeple şiirde aşırıya kaçmaktan kaçınmalıdır.

10. Mizah ve şaka. Dinimizde herhangi bir düşmanlık, kin ve kırgınlığa sebep olmayan şakalara müsaade edilmiştir. Şaka yapmanın maksadı başkalarını güldürmektir. Her şeyin olduğu gibi gülmenin de bir ölçüsü olmalıdır. Makbul olan gülme ses çıkarmadan sadece dişler görünecek şekilde tebessüm etmektir. Şaka yaparken doğruyu söylemeli, kimseyi incitmemeli, aşırıya kaçmamalı, her zaman değil ara sıra şaka yapılmalıdır.

11. Alay etmek. Alayın manası, karşısındaki insanla eğlenmek, onu küçük düşürmek, onun ayıp ve noksanlarına dikkat çekmektir. Alay etmek haramdır, özellikle karşı tarafa eziyet ve sıkıntı verdiği zaman daha şiddetli haram olur. Bu yasak, alaydan rahatsızlık duyanlar hakkındadır. Ancak kendisi maskaralık yapan ve bunun kendisine yapılmasından da hoşlanan kimseler hakkında alay, şaka hükmündedir. Asıl haram olan, küçümseyerek karşıdakine eziyet vermektir. Çünkü bu, hakir görme ve hafife almaktır.

12. Sırrı yaymak. Sırrı ifşa etmek de yasaklanmıştır. Çünkü bununla tanıdık ve dostlara eziyet edilmiş ve haklarına ihanet edilmiş olur. Sırrı yaymak hainliktir. Zarar verme niteliği taşırsa haramdır. Zarar niteliği taşımıyorsa da düşük bir ahlaktır.

13. Yalan yere söz vermek. Dil, adeta söz vermede yarışır. Sonra da nefis, genellikle o sözü yerine getirmeye yanaşmaz. Böylelikle sözünde durmamış olur. Bu ise münafıklığın alametlerindendir. En uygun olanı her söz verdiğinde “inşallah” denmesidir. Ancak “inşallah” denmesinden söz vermek manası anlaşılıyorsa, mazeret olmadıkça yerine getirmek gerekir. Şayet söz verirken, içinden tutmamaya niyetli ise bu münafıklık olur. Sözünde durma gayreti içinde olup, özürleri sebebiyle yerine getiremeyenler, görünüşte münafık gibi görünseler de hakikatte münafık olmazlar.

14. Yalan konuşmak ve yalan yere yemin etmek. Yalan konuşmak günahların en büyüğü ve en çirkinidir. Konuştuklarına inanan bir dostuna yalan söylemek ihanettir. Yalan rızkı azaltır, sahibini küçük düşürür. Yalan; muhataba ya da başkasına zarar verdiği için haram kılınmıştır. Yalana izin verilen bazı durumlar vardır. Güzel bir maksada ancak yalan söyleyerek ulaşılabiliyorsa, bu durumda yalan söylemek mubahtır. Bir Müslümanın canını korumak, savaşı amacına ulaştırmak, iki kişinin arasını düzeltmek, kendisine karşı kusur işlenen birinin gönlünü kazanmak gibi hedeflere ancak yalanla ulaşılıyorsa, yani başka yolu yoksa, bu durumda yalan söylenebilir. Esasen yalan haramdır, ancak zaruret olunca izin verilir. Yalanın sonuçlarını tam olarak hesaplayabilmek doğru ya da yalan söylemenin yol açacağı neticeleri teraziyle tartmak zor olacağı için mümkün olduğunca yalandan sakınmalıdır. Kapalı ve kinayeli sözlerle yalandan kaçınılabilir. Yalan söylemeye duyulan ihtiyaç şahsın kendisiyle alakalıysa, uygun olan yalanı terk etmektir. Ancak durum başkası ile ilgili ise, yalana müsaade edilerek onun hakkının çiğnenmesine ve zarara uğratılmasına engel olunmuştur. Her yalan melekler tarafından kayıt edilir ve maksadı araştırılıp, değerlendirilir.

15. Gıybet etmek. Gıybet; duyduğu takdirde hoşlanmayacağı bir şeyi kardeşinin arkasından söylemendir. Gıybet olabilecek başlıca konular; kişinin bedeniyle, soyu ile, ahlakıyla, diniyle, dünyasıyla, elbisesiyle, vb. ilgili olabilir. Dinimizce doğru olan davranış, kişilerin karşıdakinin kusurları yerine kendi kusurlarıyla meşgul olmasıdır. Zira gıybet kul hakkına girer ve tövbe edildikten sonra gıybeti yapılan kişi affetmeden bu günah bağışlanmaz. Kişinin arkasından konuşulan sözün doğru olması onun gıybet olduğu gerçeğini değiştirmez. Söylenenler o kişide varsa gıybetini yapmış olursun, yoksa iftira etmiş olursun. Her iki durumda Allah’ın kitabında yasaklanmıştır. Üstü kapalı söylemek ve ima etmek de gıybet kapsamındadır. Gıybet yalnız dille yapılmaz. Kardeşinin arkasından işaret, ima, göz işareti, yazı, hareket, taklit gibi şeyler de gıybet sınıfına girer. Gıybet, ölü ya da diri olsun belirli ve bilinen bir şahsı kötülemektir. Sakıncalı olan gıybeti yapılan şahsın tanıtılması, işaret edilmesidir. Şaşkınlık ifadesiyle bile olsa gıybete kulak vermek de gıybettir. Gıybeti işiten, diliyle karşı çıkmadığı ya da korkuyorsa kalbiyle nefret etmediği müddetçe o günaha ortaktır. Bir insan; öfkesini gidermek, arkadaşlara uymak, kendini savunmak, yanlışını başkasının yanlışıyla örtmek, övünmek, haset ve kıskançlık, eğlenmek, alay etmek gibi gerekçelerle gıybet eder. Gıybet hastalığının ilacı da diğer hastalıklar gibi onu meydana getiren sebebin tersini yapmakla mümkündür. Dili gıybetten korumanın çareleri; Allah’ın gazabından korkmak, kendi nefsinin ayıbını görmek, kendi gıybetinin yapılmasını istemediği gibi başkasının gıybetinin yapılmasını da istememektir. Müslüman kardeşinin zahiren bir yanlışını gördüğün zaman arkasından konuşmak yerine; tenha bir yerde ona gizlice nasihat etmen gerekir. Nasihat ederken bu halinden haberdar olmandan dolayı sevinme, aksine üzüntünü belli ederek nasihat et. Dinimize göre güzel bir hedefe ulaşmak, ancak gıybetle mümkün olup başka bir yol yoksa o kişinin gıyabında yanlışını anlatmakta sakınca yoktur. Gıybete izin verilen durumlar şunlardır: zalimin zulmünden şikayetçi olmak, kötü halin düzelmesi için yardım istemek, fetva istemek, bir Müslümanı kötülükten korumak, bilinen lakabı ile tanıtmak ve açıktan günah işleyeni tanıtmak.

16. Söz taşıma, dedikodu, kovuculuk. Dedikodu sadece başkasının sözünü aleyhinde konuşulan kişiye ulaştırmak değildir. Dedikodu, açıklanması istenmeyen gizli bir şeyi açıklayıp yaymak ve ortaya çıkarmaktır. Kişiyi dedikoduya sevk eden şey ya arkasından laf edilen kişinin kötülüğünü istemek veya kendisine laf taşıdığı kişiye sevgi göstermek ya da fuzuli ve batıl konuşmalara dalarak nefsi eğlendirmektir. Laf getiren karşısında yapılması gerekenler şunlardır; onu tasdik etmemelidir, onu yaptığından men etmeli, yaptığı yanlışı nasihat ederek anlatmalıdır, ona Allah için kızmalıdır, dedikodusu yapılan kişi için kötü niyet beslememeli, dedikodunun arkası araştırılmamalıdır, kendi nefsimizde bu dedikodudan men edilmeli, duyulan dedikodu başka yerde anlatılmamalıdır. Laf taşımak; ancak gerçekten bir Müslümanın yararına ya da bir günahın önlenmesine fayda sağlayacaksa yapılabilir.

17. İkiyüzlülük. İkiyüzlü davranan kimse, birbirine düşmanlığı olan iki kişi arasında gider gelir ve her birinin hoşuna gideceği şekilde konuşur. Her bir hasma gider ve birinin söylediğini diğerine taşır. Her bir hasma gidip yardım sözü vermesi, her birinin düşmanlığını övmesi, yüzüne karşı onu övüp ayrılınca sövmesi de ikiyüzlülüktür. Eğer hasımların ikisiyle de dostsa, doğru olan susması, taraf olmak istiyorsa gerek yüzüne gerek arkasından haklı olanı desteklemesi gerekir. İstisna olarak kişi kötü bir idarecinin karşısındaysa ve övgüde bulunmazsa zarar göreceğini biliyorsa bu zaruretten dolayı Güleryüz gösterip, övgüde bulunabilir.

18. Övmek. Övmenin zararları şunlardır: öven kişi haddi aşıp yalan söyleyebilir, öven kişi bazen gösterişe girer, öven kişi bazen tam olarak bilmediği şeylerden bahseder, övülen kişi zalim ya da fasıksa bu övgüden dolayı sevinir ve kendini temize çıkarır, övgü övülen şahsı kibre sokar ve kendini beğendirir, kişi hayırla övüldüğü zaman sevinir, tembelleşir ve kendi nefsinden memnun olur. Kişinin kendini övmesi de çirkin bir davranıştır. Çünkü onda kibir ve böbürlenme vardır. Övülen kişi kibirden, kendini beğenmişlikten ve tembellikten şiddetle kaçınma gayretinde olmalıdır. Öven ya da övülen kişi bu tehlikelerden korunmuşsa o zaman övmede bir sakınca yoktur.

19. Konuşulan sözdeki gizli hataların farkında olmamak. Halk; Allah’ın zatı, sıfatları ve dinin esaslarıyla ilgili pek çok konuda sözle hataya düşmektedir. Dini konularda doğruyu söylemek, meseleyi doğru biçimde aktarmak ancak sözün ehli ilim sahiplerinin işidir.

20. Halkın yersiz soruları. İlmi olmayan bazıları, ilmi konulara dalmaktan hoşlanır. Çünkü şeytan bu gibilere, alimlerden ve fazilet sahibi kimselerden olduğu düşüncesini verir ve bu da onun hoşuna gider. Sonunda farkında olmadan kendini küfre sokacak kelimeleri konuşur. İnsanın kendine farz olan ibadetleriyle ilgili meseleleri bırakıp kendisini hiç alakadar etmeyen soruları sorması edep dışı bir davranıştır.

ÇOCUK İSTİSMARI

“Çocuk İstismarı” dediğimde aklınıza ilk önce çocukların cinsel yönden istismarı geldi değil mi? Bu konuda haklısınız. Çünkü pedofili ve benzer hastalıklı vakalar güncel haberlerle birlikte tekrar gündemimize oturdu, uzmanlar tarafından günlerce tartışıldı, incelendi, verilen cezalar tekrar sorgulandı. Hazır bu konunun dumanı üzerindeyken nadir görülen vakaların dışında gözümüzün önünde sürekli yaşanan farklı çocuk istismarlarından örnekler vermek istedim sizlere. Hatta bizlerin desteklediği, alkışladığı istismarlar bile var aralarında. Nasıl mı? Buyurun okuyun. Hak vereceksiniz.

Bunlardan öncelikli olarak incelemek istediğim vaka, çeşitli terör guruplarının eylemlerde kullandıkları ve öne sürdükleri çocuklar. Bu çocukları çoğu zaman kalkan olarak kullanıyorlar. Malumunuz bizde hiçbir protesto ve eylem barışçıl biçimde, pasif direniş şeklinde yapılmıyor. Taşlar, Molotoflar, bilyeler ve dolayısıyla gaz fişekleri havada uçuşuyor. PKK türevlerinin ve Gezicilerin eylemlerinde bunları sıkça gözlemliyoruz. Adını hepimizin bildiği malum guruplar devreye giriyor ve eylem alanını kısa sürede kaos ortamına çeviriyorlar. Suistimale açık bu alanlarda şiddet içeren her türlü provakatif hareketi canlı canlı izliyoruz. Peki böyle güvensiz bir ortamda çocuklarımızın ne işi var? Bu çocukların eline taşı, molotofu, bilyeyi kim veriyor? Nerelere, kimler tarafından konuşlandırılıyorlar? Başlarına istenmeyen bir iş geldiğinde bu çocukların anne babalarının sorumluluğu olmayacak mı? Büyüklerin haklarını savunma konusuna çocuklarını dahil etmelerini bunun için uygun bulmuyorum. Siz çocuğunuzun geleceği için bir eylemde bulunabilirsiniz, ancak çocuğunuzu böyle kaotik, belirsizlik ve tehlikelerle dolu bir ortama sokup, onların hayatını tehlikeye atmanız ebebeyin olarak sorgulanmanızı gerektirir. Bırakın çocuğunuz çocukluğunu yaşasın, rahat bırakın onu büyük gibi davranmasını beklemeyin, onu küçük yaşında olgunlaştırmayın. Ne eğitiminden, ne oyunundan ne gülümsemesinden çalmayın. Buna hakkınız yok…

Bir de eğlence alanına göz atalım. Bizim zamanımızda da vardı meşhur küçükler. Küçücük yaşlarında daha oturmamış sesleriyle boğazlarını yırtarcasına bağırırlardı şarkı söylerken. Uyumaları gereken saatlerde gürültülü müziğin, loş ortamın neşesi olurlar, bol içkili, sigaralı ortamlarda şarkı söyleyerek insanları eğlendirirlerdi. Şimdi çoğu unutuldular, tutunamadı, görünmez oldular. Küçük dizi oyuncuları vardı. Hiç unutmam “Üvey Baba” diye bir dizi vardı. Oradaki dizideki küçük kızın inandırıcı olması açısından gerçekten dayak yediğini, itilip kakıldığını okumuştum bir dergi röportajında. Günümüzde biraz daha özen gösterilse de maalesef durum pek iç açıcı değil. Hepimizin pek sevdiği bir dizide “Osman” karakteri vardı. Dizi saatleri dikkate alırsa büyük yaştaki oyuncuların bile isyan ettiği çalışma saatlerine rağmen Osman’ı hemen hemen her sahnede gördük. Demek ki bu çocuk uzun dizi saatlerinin çocuk işçisi olarak baya ağır çalıştırıldı ve göz göre göre hala da çalıştırılıyor. Sonra fantastik bir film çektirdiler bu çocukcağıza, imza gününde yorgunluktan gözlerinin altının morarmış ve çökmüş olduğunu fark ettim. Çocuk çok zayıftı. Annesi vardı yanında, çok az yemek yediğini söyledi. Büyük gibi konuşarak insanları eğlendirmeye çalışan bu çocuğun psikolojisini ve başarısızlık durumunda yaşayacağı hayal kırıklığının boyutunu düşündüm. Bu çocuk onlardan sadece biriydi. Bu çocukların ne eğitimi, ne de psikolojisi hiçbir kanalın, yapımcının, yönetmenin zerre kadar umurunda değildi. Buradan çocuğunu meşhur ederek üzerinden para kazanmaya çalışan ailelere sesleniyorum. Yaptığınız dışarıda mendil sattırılan çocukların durumundan azıcık hallice. Büyüklerin bile kaldırmakta zorlandığı şöhret yükünü küçücük çocukların omuzlarına yüklemeyin. Bırakın çocuğunuz çocukluğunu yaşasın, onu küçük yaşında olgunlaştırmayın. Ne eğitiminden, ne oyunundan ne gülümsemesinden çalmayın. Buna hakkınız yok…

Bir diğer üzücü vakaya geçelim. Hasta ve sahipsiz çocuklarımız da var bizim. Mesela Lösemili çocuklar, Çocuk Esirgeme Kurumlarındaki çocuklar, sokak çocukları, vb. Bu çocuklar birçok şirket ve kurum için sosyal sorumluluk projesi, sömürü vesilesi oluyor. Sosyal sorumluluk projelerinde sonradan medyada yayınlanmak üzere bu çocuklarla göstermelik, samimiyetsiz fotoğraflar çekiliyor. “Onlarda var ve biz onlara işte böyle yardım ediyoruz, edeceğiz.” denilip egolar şişiriliyor, yapılan yardımlar gözümüzün içine sokuluyor. Çok mu acımasız eleştirdiğimi düşündünüz? Yanılıyorsunuz. Bu çocukların paradan daha çok ihtiyaç duyduğu iki şey var. Sevgi ve ilgi. Çalıştığım şirketle birlikte Çocuk Esirgeme Kurumunu ziyaret etmiştik. Onları önce yemeğe götürmek üzere onlarla beraber otobüslere bindik. Yolculuk esnasında aşırı haşarı, yaramaz, hırçın çocuklar vardı. Bir tanesinin yüreğine dokundum. Bana onun için gelen bizleri neden alaya aldığını şu sözüyle özetledi. “Sanki tekrar gelecek misin ki?” Hepsi bu oyunu biliyordu. Kendilerini ziyarete gelip, bol bol fotoğraf çektiren, bir daha görmeyecekleri insanlar. İşte biz bu çocuklara böyle bir güvensizlik vermiştik. O çakmak gözler bunun farkındaydı. O gün bu gündür ne zaman bu çocuklarla ilgili bir reklam izlesem duygulanırım ama aklımda hep soru işareti vardır. Acaba bu çocuklarla aynı kareye girenlerden kaçı “Tekrar geleceğim.” Diyerek güvenlerini kırmıştır bu çocukların. Bu ziyaretleri gerçekleştirenlerin ve hayırseverlerin yüreğine sesleniyorum. Bu çocukların yüreğine bir kere dokunduysanız, güvenine de dokunmalısınız. Bu çocuklarda bir güven duygusu uyandırmak istiyorsanız istikrarlı olmalısınız, kendilerini terkedilmiş ve kullanılmış hissetmemeliler. Onlara kullanmayı ve terk etmeyi değil karşılıksız yardımı öğretmelisiniz. Benliğinizi ikinci plana atmalı ve onlara verdiğiniz değeri hissettirmelisiniz. Güzel bir rol model, güzel birer örnek olmalısınız. İnsan olabilmeyi öğrenmeliler sizden. Onlar hayatın zorluklarıyla zaten küçük yaşta tanıştılar. İçinde sevgi ve ilgi olmayan hiçbir maddi destek bu çocukların hayatını ve kişiliğini etkilemeyecektir. Takip etmelisiniz, vakit ayırmalısınız, gözlerinin içine bakıp, onları dinlemelisiniz, başlarını okşamalısınız. Bir defalığına değil, göstermelik değil; içten ve her zaman…

Velhasıl; kendi çıkarlarımız uğruna çocuklarımızı herhangi bir gerekçeyle kullanmaktan bir an evvel vazgeçmeliyiz. Çünkü çocuklarımız geleceğimiz, mirasımız demek. Onlar pırıl pırıl, masum, tertemizler. Bırakalım geleceğimiz de onlar gibi pırıl pırıl olsun. Her çocuğun gelişim sürecinden toplumdaki bireyler olarak hepimiz sorumluyuz. Yanlışlar karşısında ortak hareket etmeli ve ortak tavır takınmalıyız…

24 Şubat 2014 Pazartesi

SAYIN VEKİLİM,


Mektubumun giriş bölümünde size Kuran’ı Kerim’de yer alan Bel’am B. Baura kıssasını hatırlatmak isterim. Zira Hz. Ali der ki; “Geçmiş ümmetlerin Kuran’da haber verilen kıssalarından ibret al. Dünyanın geçmiş olduğunu gördüğün günlerinden gelecek günleri kıyas eyle.”  İsmail Hakkı Bursevi Hazretlerinin Ruhu’l Beyan isimli tefsirinde Araf Suresinin 175.ayetinde söz konusu kıssa şöyle anlatılır. Bel’am B. Baura İsrailoğullarının abidlerinden biriydi ve Musa (a.s.)’ın fethetmek istediği şehirde oturmaktaydı. Bu şehrin halkı kafirdi. Bu adam, Allah’ın ism-i a’zamını biliyordu. Bu sebeple o şehrin kralı adamdan ism-i azam ile Musa (a.s.)’a beddua etmesini ve böylece onun şehri ele geçirmekten vazgeçmesini sağlamasını istedi. Adam: “Musa’nın ve benim dinim aynıdır. İstediğin şeyi yapmam mümkün değildir. O, Allah’ın peygamberi olduğu ve yanında müminler ve melekler bulunduğu halde nasıl olur da ben ona beddua edebilirim? Ben bildiklerimi Allah’ın öğretmesiyle biliyorum. Şayet istediğini yerine getirirsem dünyamı ve ahiretimi kaybederim.”dedi. Fakat adamın peşini bırakmadılar, mal ve hediyeler ile onu aldatmaya çalıştılar. Nitekim bunda da başarılı oldular. Denildiğine göre Belam’ın çok sevdiği ve hiç kırmadığı bir hanımı vardı. Kavmi büyük hediyeler hazırlayarak hanımına takdim ettiler, o da bunları kabul etti. Bunun üzerine ona: “Gördüğün gibi başımıza bir musibet geldi. Bunun defi için Belam ile konuşsan olmaz mı? Dediler. Kadın Belam’a vararak “Bu insanların senin üzerinde komşuluk ve diğer hakları var. Senin gibi birine, zorluk ve musibet anında komşularını böyle çaresiz bırakmak yakışmaz. Üstelik onlar sana iyilik de ederlerdi. Dolayısıyla onların yaptıklarına güzel bir karşılık vermen ve isteklerine önem vermen uygun düşer.” Dedi. Belam söyle cevap verdi: “Eğer ben, Musa’nın bu şehri fethetme isteğinin, Allah’ın bir emri olduğunu bilmemiş olsaydım muhakkak kavmimin isteklerini yerine getirirdim.” Fakat hanımı, onu fikrinden caydırmak için teşebbüslerine devam etti ve sonunda muvaffak oldu. Belam eski düşüncesinden vazgeçerek kendine ait bir merkebe bindi ve Musa (a.s.)’a beddua etmek üzere yakındaki dağa yöneldi. Birkaç adım yürüdükten sonra merkep çöktü. Belam, merkebi öldüresiye dövdü. Sonra merkep tekrar ayağa kalktı. Belam üzerine biner binmez yeniden çöktü ve Belam eşeği yine dövdü. Bunun üzerine Allah Teala’nın izniyle dile gelen merkep şöyle dedi: ”Ey Belam, acırım sana, nereye gidiyorsun? Beni gitmekten engelleyen önümdeki şu melekleri görmüyor musun? Ben bu haldeyken senin Allah’ın peygamberine ve müminlere beddua etmek üzere gitmeni nasıl isteyebilirim? Bunun üzerine Belam, merkebi serbest bırakıp yürüyerek dağa vardı ve dua etmeye başladı. Yaptığı bedduaları Allah Teala, kendi kavminin aleyhine; yaptığı hayır duaları ise Musa (a.s.)’ın lehine döndürüyordu. Kavmi: “Ey Belam, sen bizim kötülüğümüze, Musa’nın ise iyiliğine dua ediyorsun.” Dediler. Belam: “Allah’a yemin ederim ki; bunları bana Allah söyletti.” Dedi. Sonra dili, göğsüne ulaşana kadar uzadı. Bunun üzerine Belam:  “İşte şimdi hem dünyam hem de ahiretim elden gitti. Artık onları defetmek için hile ve tuzaktan başka bir yol kalmadı. Şimdi size, sonuç verecek bir hile söyleyeceğim. Kadınları güzelce süsleyip kokulayın ve onları Musa’nın askerlerinin konakladıkları yere gönderin. Kadınlara, kendileriyle aşk yapmak isteyen erkeklere mani olmamalarını emredin. Eğer Musa’nın askerlerinden biri zina ederse, onların perişan olmalarına yeter.” Dedi. Belam’ın teklif ettiği hileyi aynen yaptılar. Kadınlar kışlaya girince onlardan biri, İsrailoğulları’nın önde gelenlerinden bir adamla karşılaştı. Adam ona doğru yöneldi ve güzelliği pek hoşuna gidince elini tuttu. Sonra kadını Musa (a.s.)’ın yanına getirip ona: “Sanırım ki sen, bunun haram olduğunu söyleyeceksin.” Dedi. Musa (a.s.): “Evet, o sana haramdır. Sakın ona yaklaşma.” Buyurdu. Adam, bu konuda Musa’ya itaat etmeyeceğini söyledikten sonra kadını gizli bir yere alarak onunla zina etti. Bunun üzerine Allah Teala, İsrailoğulları’na taunu (vebayı) gönderdi. İsrailoğulları içinde, Musa (a.s.)’ın dava arkadaşı Elazar oğlu Pinehas isminde bir adam vardı. Gayet iri yapılı ve kuvvetliydi. O; adam kadınla yaptığı işi yaptığı sırada başka bir yerdeydi. Geldiğinde İsrailoğulları arasında veba kol geziyordu. Olanlar kendisine haber verilince her tarafı demirden olan mızrağını alıp onların oldukları yere girdi. Zina eden adamla kadını sarmaş dolaş yatar halde buldu. İkisini de şişleyip mızrağına geçirdi. Sonra onları kaldırıp mızrağıyla yüklenerek dışarı çıkardı. Şöyle demeye başladı: “Allah’ım, sana isyan edenlere işte biz böyle yaparız.” O zaman İsrailoğulları’ndan veba kaldırıldı. Sonra Musa (a.s.) ve hizmetçisi Yuşa b. Nun, Belam’ın bulunduğu bölgenin halkıyla savaştı ve onları mağlup ettiler. Bazılarını öldürüp, bir kısmını da esir ettiler. Belam da esirler arasındaydı, o da öldürüldü. Onun kabul ettiği birçok hediyeyi getirdiler ve ganimet olarak aldılar.

Mektubumun gelişme bölümünde neden bu kıssayı paylaştığımı ve günümüzle nasıl benzerlikler gösterdiğini paylaşmak isterim. Her dönem olduğu gibi günümüzde de en büyük zaaflarımız dünya sevgisi ile beraber hesap gününün unutulmasıyla başlıyor. Yalan dünyaya duyduğumuz bu sevgi kimimizi mevki-makam-koltuk sevdasıyla, kimimizi mal-mülk-para hırsıyla, kimimizi ihtiras-aşk-tutku sarmalıyla, kimimizi ise ego-güç-bencillik körlüğüyle esir ediyor.  Bu hastalıklı ruh hallerine büründüğümüzü fark etmediğimiz gibi, hastalığı kabul etmediğimiz sürece tedavi de olamıyoruz. Sağlıklı doğan bir çok islam aliminin imanı; bu hastalıklar sonrasında sakatlanıyor. Öyle ki mutasyona uğrayarak iblisten daha tehlikeli hale dönüşüveriyorlar gözümüzün önünde. Bir Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmuştur: “İlmi arttığı halde hidayeti artmayan kimsenin, ancak Allah’a uzaklığı artar.” İşte Allah’a uzaklığı artan böyle sahtekar hocalar, ilim gibi büyük bir nimetin hakkını veremediklerinden onu heba ediyorlar, dünyevi çıkarlarına alet ederek, farklı kılıflar uydurarak dini tahrip ediyorlar. Öyle ki; Allah’ın haram kıldığı şeyleri bile “amacımıza ulaşana dek her şey mubahtır” diyerek meşrulaştıracak kadar densizleşebiliyorlar. Kendi ürettikleri argümanlar bir yana, aynası iştir kişinin lafa bakılmaz. Kendi Müslüman ülkesinin Müslüman liderine aleni bir savaş açtığı halde, vur kaç taktiği uygulayıp mağduru oynayan bu güruhun zamanla inandırıcılığını kaybedeceği kaçınılmaz bir sonuçtur. Belki anlaşma imzaladığı ülkeler dünyanın ekonomisini elinde tutmaktadır, belki ajanlık faaliyetleriyle bilgi sızdırdığı yerler ellerindeki güçle onları koruyup kollayacaklarına söz vermişlerdir; ancak burada unutulan Allah’ın kudretidir. Allah’a inancı tam olan, kendinden emin olan hiçbir Müslüman böyle insanlardan korkmaz, çekinmez. Çünkü bütün tuzakların üzerinde Allah’ın tuzağı vardır. Allah mazlum gibi görünen zalimler çığırtkanlık yaptıkça, onların tüm sırlarını ortaya döker. Çünkü herkes kendi sır perdesini ancak ve ancak kendi elleriyle yırtar.

Mektubumun son bölümünde size vekalet veren biri olarak sizden isteklerimi ve beklentilerimi sıralayacağım. Öyle bir insan olun ki; sizi hiçbir bahane, hiçbir zaaf, hiçbir kimse doğru-dosdoğru gittiğiniz Hak yolundan ayıramasın. Eğer Allah yolundan ayrılmaz, onun emirlerine uyar ve yasaklarından sakınırsanız; sizi hiçbir tuzak etkilemeyecek, kurulan tuzaklar Allah’ın izniyle tuzak kuranların başına dönecektir. Ama eğer maddi veya manevi bir tuzak önünüze geldiğinde; acaba mı? diyorsanız o vakit imanınızı gözden geçirin. Ölümü ve kıyamet gününü düşünün. Hesap gününe samimi olarak iman eden hiçbir Müslüman ne kendisinin ne de ailesinin boğazından haram tek bir lokma geçiremez. Çünkü bu dünyanın tüm güzellikleri yalandır. Allah’ın bize bahşettiği her şey Allah’ın dilemesiyledir. Bu sebeple; her vakit şükretmeliyiz. Böl, parçala, yut gibi klişe bir fitneciliğin kol gezdiği bugünlerde; hem davanıza hem de davanıza sadık kimselere sahip çıkın. Aksi tavırlar sergileyen, davanızı lekelemeye çalışan kimseleri ise bünyenizden atın. Çünkü sizin davanız öyle beyazdır ki; küçücük bir lekeyi bile kaldırmaz, belli eder.  Saygılarımla…