8 Eylül 2013 Pazar

CANAVAR


Canavar çok uzun süredir petrol ve doğalgaz zengini Ortadoğu ülkelerine tezgah açmış, bu ülkelerde dram üreten fabrikalar kurmuştu. Canavar; ilke ve değerler silsilesine yalnızca iktisadi çerçeveden bakar, kendi çıkarlarını tüm insani değerlerin üzerinde tutardı. Tek dişi kalmış canavarımızın taptığı demokrasi, onun için acıkınca yiyeceği kağıt helvadan başka bir şey değildi. “Size demokrasi, özgürlük, insan hakları getirdim.” diyerek adım attığı her yer kırmızıya boyanır; acı, gözyaşı, çaresizlik ve açlık içindeki insanları kendisine daha da muhtaç ve bağımlı hale getirirdi. Geleni halk, gideni ise ben belirlerim stratejisi sayesinde, kendi kuklası olmayı reddeden tüm yöneticileri fes eder, yerini yeni koltuk sevdalısı soytarılarıyla doldururdu. Müslüman ülkeler onun için kolay lokmaydı. Doğaya son derece duyarlı olma hali insan söz konusu olunca bir ayrımcılık haline dönüşür. Benimki can senden olan patlıcan deyip; kendinden olmayanı bir bahaneyle ya kendi kırar veyahut bir birine kırdırıp yok ederdi. Soyu tükenen hayvanlar değerli iken, soykırımla soyunu kırdığı ırkların ölümünün onun gözünde hiçbir ehemmiyeti olmazdı. Bu ikiyüzlülük, bu vurdumduymazlık onda suçlulukla karışık korku psikolojisi yaratır, vicdanının sesini bastırmak için daha çok bağırırdı. Kendi doğurduğu terörist canavarlar ilahi adaletin tecellisi sonucu döner dolaşır kendi başına bela olur; islamofobi kehanetini gerçekleştireyim çabası kendi gölgesinden korkmasıyla son bulurdu. Ekonomik her krizde silah ticareti imdadına yetişir, onu bir nebze de olsa rahatlatırdı. Bundan istifade on yıllar öncesinde planladığı yeni dünya düzeninin taşlarını yerine oturtmak için piyonlarını öne sürer, yeni sözde kahramanlar yaratır, asla birleşmelerini istemediği, kavga etmeleri için her türlü fitneyi yaydığı toplulukları birbirine iyice düşman olana kadar izler, sonra gelir müdahale eder, “Barışın artık.” derdi. Zaten yokluktan ve savaştan yorgun düşen bu insanlar denize düşüp yılana sarılmış olurlardı. Bu kıvam canavar için tam bir sömürü kıvamıydı. İşin ilginç yanı bu toplulukların canavarın tuzağına yüzyıllardır düşmeleri, tarihten asla ders almamaları, barışıp kardeş olmak yerine canavarın çıkarları doğrultusunda hareket edip, birbirleri ile savaşmalarıydı. Canavarın ürettiği tüm dramlar insanlığın elinin altında, bir tık uzağındaydı.

Suriyedeyiz. Kimin yaptığı bir türlü tespit edilemeyen (!) bir kimyasal saldırı yapılmış. Bir baba ölen kızının cesedine sarılmış, onu bağrına basmış, ağlıyor. Ambargo olduğu için yiyecek sıkıntısı var. Kızı saldırıdan önce yemek sırası erkek kardeşinde olduğu için aç uyumuş. Baba bunu anlatarak ağlıyor. Kızının ölmesi bir yana, aç ölmesine içerlemiş. Başka bir baba. Oğlunun öldüğünü düşünüyor. Bulunduğunu söylüyor ve yanına getiriyorlar. Buluşma anında hüngür hüngür ağlarken sinir krizine giriyor. Çocuk ise şaşkın, babasının bu hareketine anlam veremiyor, korkup o da ağlıyor.

Mısırdayız. Protesto amaçlı olarak toplanan halkın üzerine asker ateş açmak üzere. Bir asker halkı yüksek sesle uyarıyor. Askerler önce uyaran askeri vuruyorlar, sonra da namaz kılanların üzerine rastgele ateş açıyorlar. Bir diğer dram. Mısır’ın simgesi olan Esma darbe karşıtı gösteri için meydanda. Keskin nişancıların marifetiyle (!) göğsünden vuruluyor.  Son görüntülerinde sedye üzerinde, gözlerinde bir şaşkınlık var. Mazlum bakışları ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor.

Bosna’dayız. Canavarın barış gücü güvenli bölge ilan edip insanları silahsızlandırdı. Sonra silahsızlandırdığı insanları katletmesi için düşmanlarına teslim etti. Savaştan kaçan masum insanlar ormanda birbirlerine seslendiler, açlık ve korku içindeki arkadaşlarına saklandıkları yerden çıkmaları için barışı, kurtuluşu müjdelediler. Ortaya çıkıp teslim olanlar çoluk çocuk denmeden bir bir kurşuna dizildi.

Filistindeyiz. Yıllarca maruz kaldıkları zulüm, yıkım, ambargolara bir de denek olma vazifesi eklendi. İsrail ordusu Filistin halkı üzerinde geliştirdiği bombaları deniyor. Onca savaş suçuna yenisini eklemekten çekinmiyor. Çocuklar havai fişek sanarak izliyorlar atılan fosfor bombalarını.  Söndürülemeyen ateş olarak bilinen fosfor bombasından yanan bir kız çocuğu var hastanede. Çocuk çaresizlik ve acı içinde ağlıyor. Bu yanık dinmeyen bir yanık, öyle ki önce deri yanıyor, bazen eti kemiğe kadar kavurabiliyor, hatta iç organlar, solunum ve sindirim sistemlerini çökertiyor.  Tabi ambargolar yüzünden Filistin’de bu çocuğu tedavi edecek gerekli ilaç ve teçhizatın olmadığı da dramatik başka bir gerçek.

Iraktayız. Boyalı ayakkabılarıyla Irak topraklarına basan canavar, öldürmeden süründürdü. Bir çok sokakta barikat kurdu. Bir aile arabayla barikata doğru geliyor.  Baba kullanıyor aracı. Anne arka koltukta, hamile ve doğurmak üzere. Canavarın askeri elini kaldırıp dur işareti yapıyor. Barikatın yolunun açık olduğunu sanan baba o telaşla askerin el salladığını sanıp geçmeye çalışıyor. Tüm aracı tarıyorlar. Baba ve anne hariç tüm aile ölüyor. Hamile kadın yaralı ve karnındaki bebeğini kaybediyor. Askerlere sorduklarında bu yanlış anlaşılmadan dolayı üzgün ya da pişman olmadıklarını söylüyorlar. Bu ırkın insanlarının böcek gibi olduğunu, birkaç tanesinin üzerine basmakta bir sakınca olmadığını söylüyorlar. Halepçedeyiz. Havada tatlı elma, portakal gibi hoş bir koku var. Giderek nefes almakta zorlanıyor insanlar. Hayat donuyor birden. Bir anne merakla dışarı koştu, çok geçmeden çocuklarıyla beraber olduğu yere yığıldı. İnsanlar ne olduğunu anlamadan yanarak öldüler. Kaçamadılar, kendilerini savunamadılar, tek yapabildikleri ölmekti.

Canavar ortadoğuda bir çok evlat edinmişti. Bu evlatlar canavarın vaat ettiği iktidar ve gücün büyüsüne kapılmış, insan hayatını hiçe sayarak kendi halkını gözünü kırpmadan kendi elleriyle katletmişti. İnsanlığın ölü taklidi yaparak sessiz kalması onların işine gelmişti belki; ama sustukça sıra susanlara gelmişti. Ta ki halkları birleştiren, kardeşliği hatırlatan, beraberliği sağlayan cesur biri ortaya çıkana kadar. Ta ki Allah zalimden intikamını O’nun eliyle alana kadar.